Brunson Ve Bazoft Davası: Batılı Yöntemlerin Devletler Üzerindeki Baskısı Bakımından Benzerliği

Amerika Birleşik Devletleri 26 Temmuz'da terör faaliyetlerine katılma suçuyla tutuklu bulunan Amerikalı rahip (Andrew Craig Brunson) davası nedeniyle Türkiye'ye karşı tutumunu tırmandırdı. Başkan Donald Trump ve Başkan Yardımcısı Mike Pence, Türk hükümetinin Brunson'u serbest bırakması için çağrıda bulundular ve Brunson'un serbest bırakılmaması halinde Türkiye'ye yaptırım uygulamakla tehdit ettiler. Türk hükümeti, ABD’nin tehditkar dilini kabul edilemez buldu. ABD’nin Türkiye’nin NATO’daki müttefiklerinden biri olduğunu ve Türk yargısı tarafından gözaltına alınan rahip davasındaki iddiaları hatırlaması gerekmektedir. İzmir’de görülen davada rahibin, casusluk yapmak, gizli siyasi ve askeri bilgi ve belgeleri sızdırmak, Fethullah Gülen Cemaati ile işbirliği yapmak suçuna ek olarak PKK ile bağlantısının bulunması ve 15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişimine katılma suçundan 35 yıl hapse mahkûm edilmesi istendi.

Amerika Birleşik Devletleri ve Batı için genel olarak bir ülkeyi baskı altına almak ve hedef ülkeyi uluslararası kamuoyuna taşımak için bu tür konuları sürekli olarak gündeme getirmesi normaldir. ABD yönetiminin Türkiye'ye karşı başlattığı tehditler, çözüme katkıda bulunmak yerine Brunson davasına zarar vermiştir. Bu tehditler Brunson davasını, Türk yargısının usulüne uygun ve sorunsuz bir şekilde, baskı ve müdahale ya da propaganda olmadan yürütmek yerine, Türkiye içinde ve dışında bir kamuoyu meselesi haline getirmiş, bu konuyu daha da karmaşıklaştırmış ve konunun hassasiyetini artırmıştır.  

Bu olay bize, Eylül 1989'da Irak'ta tutuklanan, İngiltere ve İsrail için casusluk yapmakla suçlanan İran asıllı gazeteci Farzad Bazoft’un davasıyla ilgili yaşananları hatırlatmaktadır. Gazetecinin tutuklanmasından bu yana, İngiliz hükümeti, bilinen diplomatik yöntemleri izlemek yerine o dönemde Irak hükümetine karşı alenen tehdit ve medya saldırıları kampanyası başlattı. Kampanyalar o zamanlar İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher tarafından yönetildi. Bu dava, Irak'ın Irak-İran savaşından Ağustos 1988'de bütün askeri gücüyle zafer elde etmesinden sonra ABD ve Batı'nın Irak'a karşı uygulamaya karar verdikleri siyasi ve ekonomik baskıların başlangıcı oldu. Bazoft'un Mart 1990'da idam edilmesinden sonra İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve genel olarak Batı tarafından, Irak'a karşı bir dizi ekonomik yaptırımlar ve siyasi boykotlar başlatıldı.

Irak’ın 2003’te işgalinden sonra ABD’de yakalanan ve 2011’de Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde (NDU) yayınlanan, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in, Thatcher hükümetini kendi rejimine karşı uluslararası kampanya düzenlemekle suçladığı ve Bazoft davasından bahsettiğine dair ses kayıtları ve belgeler bulunmaktadır. Saddam Hüseyin, İngiltere'nin tehditler savurmaktan ziyade baştan beri uzlaştırıcı bir dil seçmiş olsaydı, içinde bulundukları durumun farklı bir seyri olabileceğini ileri sürmüştür. Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin aynı odada İngiliz bir temsilciye yaptığı konuşmadaki ses kayıtlarında “Irak Cumhurbaşkanına müdahale etme ve istediğinde gücünü kullanma fırsatını kaçırdınız” demiştir. Aynı zamanda bu ses kayıtlarında o dönemde Irak Enformasyon Bakanı olan Tarık Aziz’in Irak Dışişleri Bakanlığı’ndan biriyle yaptığı telefon konuşmasında, İngiliz Büyükelçisine, hükümetinin “af şansının ortadan kalktığını” bildirmesi talimatının verildiği ve muhtemelen o dönemde Dışişleri Bakanı olan Douglas Hurd’ın eğer Irak’ı ortak bir çerçevede ziyaret edip, Irak hükümeti ile İngiliz mahkûmun durumunu tartışırsa, Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in Bazoft’a af kararı çıkaracağını gösteren ses kaydı da bulunmaktadır.

Bu belgeler ve ses kayıtları bize, İngiliz hükümetinin, Bazoft'un serbest bırakılmasına odaklanmaktan ziyade, Irak hükümetine karşı uluslararası kamuoyu oluşturmaya odaklandığını göstermiştir.