Cemal Kaşıkçı Cinayeti ve Bölgesel Politikalar Üzerindeki Etkileri

Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda kaybolması karşısında dünya kamuoyundan gelen tepkiler genelde Ortadoğu, özelde Körfez bölgesinin küresel dengeler bakımından kazandığı önemi ortaya koymuştur. Ortadoğu mevcut küresel uluslararası sistem için, Balkanların 20. Yüzyıl başlarında Avrupa merkezli uluslararası sistemdeki konumuyla karşılaştırılabilecek denli önemli bir bölgeye dönüşmüştür. Öyle ki, Cemal Kaşıkçı gibi sembolik bir şahsiyetin ortadan kaldırılması sadece Ortadoğu’daki dengelerin gözden geçirilmesini değil, Batı dünyasındaki siyasi ayrışmaları ve dolayısıyla Ortadoğu’nun geleceğine dair görüş ayrılıklarını da iyice görünür hale getirmiştir.

Arap Baharı adı verilen olayların başlangıcından günümüze Arap dünyasında çok sayıda gazeteci, yazar ve kanaat önderi “faili meçhul” cinayetlere kurban gitmiştir. Ne var ki, Kaşıkçı’nın sıra dışı bir yöntemle ortadan kaldırılması ve bu kaybın tüm dünyanın dikkatini çekmesi değişen dünya dengelerinde Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isteyen bölgesel ve küresel güçlerin planlarında Suudi Arabistan’ın son derece önemli bir ülke haline gelmesi ve Kaşıkçı'nın Suudi Arabistan’a ve bölgeye dair “haddinden fazla” bilgiye ve belgeye sahip etkili ve ilkeli bir gazeteci olması ile ilişkilidir. Arap Baharı’nın getirdiği demokratikleşme dalgasına karşı konumlanan Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Mısır tarafından oluşturulan, önce İsrail ve daha sonra Trump yönetimi tarafından teşvik edilen ve güçlü bir şekilde desteklenen, Muhammed bin Selman öncülüğündeki dörtlü ittifakın Türkiye’yi bölgesel dengelerin dışında tutarak İran-Körfez eksenli iki kutuplu bir bölge inşa etme çabaları cinayet mekânı olarak İstanbul’un seçilmesinde önemli rol oynamıştır. Cinayetle ilgili mevcut tüm ipuçları Muhammed bin Selman’ı işaret etmektedir. Ne var ki, cinayet “kusurludur” ve işlenişi sırasında düşülen “hatalar” zinciri cinayet sırasında Suudi Arabistan’ın yeterli “uzmanlık ve danışmanlık” desteğinden mahrum bırakıldığını göstermektedir. Öyle ki, bir ülkenin kendi vatandaşını kendi konsolosluk binasında arkada bir dizi delil bırakarak infaz etmesi anlamında eşsiz bir cinayet niteliğindedir.

Özellikle dış basın ve düşünce kuruluşlarının yayınlarına bakıldığında, Kaşıkçı vakasında Türkiye’nin duruşunu kısa vadeli ekonomik çıkarlar ve Türkiye’nin 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra yaşadığı ve 2018 döviz krizi ile doruk noktasına çıkan ekonomik sıkıntılarla ilişkilendiren, Kaşıkçı vakasının Türkiye tarafından içinde bulunduğu ekonomik krizi aşma amacıyla istismar edildiğini ileri süren yorum ve analize rastlanmaktadır. Bu tür yorum ve analizler Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinin genel çerçevesini bilinçsizce ya da kasıtlı olarak göz ardı etmektedirler.

Türkiye’nin Suudi Arabistan ile ilişkilerinin gerilemesi Suudi dış politikasının BAE etkisi altına girmeye başladığı 2010 yılına kadar geri gitmektedir. Arap Baharı ile birlikte bu etki artmış ve nihayet Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den oluşan, İsrail ve daha sonra Trump yönetimi tarafından desteklenen dörtlü ittifak ortaya çıkmıştır. Dörtlü ittifakın ortaya çıkışında en önemli faktör Körfez monarşilerinin ve Mısır’daki yerleşik düzenin İhvan’ı Müslimin’e karşı beslediği kuşkulardır. İsrail, BAE - ve daha sonra Trump yönetimi - tarafından abartılan bu kuşku Mısır’da Mursi yönetiminin iktidardan uzaklaştırılmasına, Türkiye’nin bölgesel politikalarda yalnız bırakılmasına ve Katar krizine neden olacak şekilde beslenmiştir. Ne var ki, bu süreç zaman içerisinde Suudi Arabistan için Ortadoğu’da ve İslam dünyasında meşruiyet zeminini tümden kaybetme riski doğurmuştur. Öyle ki, bu meşruiyet açığını kapatamayan bir Suudi Arabistan’ın orta ve uzun vadede rejim krizi, toplumsal kaos ve hatta devletin bölünmesi ya da tamamen ortadan kalkması gibi sonuçlarla karşılaşması olasılığını artırmıştır. Böyle bir durum tüm bölgeyi kaosa sürükleyebilir ve Türkiye’yi de etki alanına çekebilirdi.

Türkiye bu riskli sürece başından beri karşı çıkmış ve Suudi Arabistan’ın kendisi ve bölge açısından makul bir noktaya gelmesini sabırla beklemiştir. Türkiye’nin Kaşıkçı vakası karşısındaki duruşu da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Türkiye’nin amacı Kaşıkçı vakasının gerçek faillerinin bulunarak cezalandırılması yoluyla Suudi Arabistan devletinin bölgesel dengeler açısından bu makul konuma gelmesi ve istikrarlı bölge siyasetine geri dönmesidir. Bu gerçekleşince, sadece Türkiye değil, tüm bölge ülkeleri toplumsal, askeri, stratejik ve ekonomik sorunların çözümünde hayli mesafe kat etmiş olacaklardır. Türkiye’nin, bir taraftan faillerin bulunması için büyük bir titizlikle çalışırken, diğer taraftan Suudi Arabistan’ı itham etmekte acele etmeyerek bölgesel ve küresel dengeleri gözeten bir diplomasi arayışının tek nedeni budur.

Bu bağlamda çokça tartışılan iddialardan bir diğeri de Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Sünni dünyanın liderliği konusunda ideolojik bir rekabet içerisinde olduklarıdır. Bu iddiaya göre, Türkiye –  Katar ile birlikte –  İslamcı eğilimi gereği Müslüman Kardeşler akımını desteklemektedir. Oysa Türkiye, bölgesel istikrarın, ancak demokratik yöntemlerle ile sağlanabileceğini savunarak İhvan (Mürsi) Yönetimi’nden daha çok demokrasiye destek vermiştir. Eğer Türkiye İslamcı ideoloji ile Müslüman Kardeşler akımını desteklemekte olsaydı, Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, İran’ın Suriye’de Şii kimliğine yakın unsurları kullanması örneğinde olduğu gibi, Sünni İslamcı akımlara daha fazla destek vererek İran’ı zor durumda bırakabilirdi. Türkiye Suriye’de İran karşısında çok zor durumda kaldığı dönemlerde dahi böyle bir yola tevessül etmemiştir. Bu nedenle Suriye ve Mısır’da demokrasiyi savunmak İslamcı ideolojinin gereği değil, demokratik düzen ve istikrar arayışının bir gereğidir.

Türkiye son 20-30 yıl içerisinde bizzat kendi içinde çevredeki İslami eğilimleri siyasi merkeze çekerek toplumsal bütünlük sağlama konusunda başarılı olmuş ve 15 Temmuz gibi ağır badireleri bu sayede atlatabilmiştir. Bu nedenle aynı modelin söz konusu ülkelere ve dolayısıyla tüm bölgeye de düzen ve istikrar getireceğine inanmaktadır. Diğer taraftan, bu çabanın Vehhabi – Selefi akımlara duyulan antipatinin sonucu olduğu yönündeki düşünceler de gerçekçi değildir. Eğer öyle olsaydı, Türkiye’nin Suudi Arabistan gibi Vehhabiliği benimseyen bir diğer devlet olan Katar ile ilişkilerini geliştirmesi mümkün olamazdı. Tüm bunlar Türkiye’nin aslında modern ulus-devlet çatısı altında hangi inanç ya da ideolojiye sahip olursa olsun demokratik meşruiyet zemininde yükselen, iç bütünlüğünü ve düzeni sağlamış ülkelerden oluşan bir Ortadoğu vizyonunu gerçekleştirmeye çalıştığını göstermektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kaşıkçı vakası karşısında sergilediği diplomatik performans bütün dünyada ilgiyle izlenmiş ve dost-düşman pek çok kesim tarafından son derece başarılı bulunmuştur. Başarıya ulaşmak kabiliyet, bilgi, beceri ve bütünlük ister ama elde edilen başarının kalıcı hale getirilmesi, bölgeyle ilgili politikaların büyük stratejinin anlamlı bir parçası haline getirilmesini, diğer ülkelerin stratejilerinin iyi takip edilmesini ve çok daha büyük bir çaba harcamayı gerektirmektedir. Nitekim olayın sıcaklığını koruduğu şu günlerde dahi, pek çok önemli küresel firma tarafından boykot edilen ve “Çöl Davosu” da denilen “Gelecekteki Yatırım Girişimi” (Future Investment Initiative) etkinlikleri esnasında Suudi Arabistan beklediğini tam olarak gerçekleştiremese de on milyarlarca dolarlık yatırım anlaşması imzalamayı başarmıştır. Ancak bu anlaşmaların pratikte nasıl bir karşılık bulacağını zaman gösterecektir.

Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı vakasının psikolojik etkisinden belli bir süre çıkması zordur. Bundan sonra bölgede yaptıkları uluslararası kamuoyunun dikkatini çok daha fazla çekeceği için daha çekingen olacaktır. Bu gözetim, insan hakları ve bölgesel politikaları ve özellikle Yemen’deki uygulamalarında etkisini gösterecektir. Suudi Arabistan’ın aynı anda hem İran hem Türkiye’yi karşısına alarak sadece BAE ve İsrail’le işbirliği yapmasının risklerini anlamış olması gerekir. Eğer bu anlayış güçlenirse, Ortadoğu’daki çatışmacı ve yıkıcı gelişmelerin azalmasını bekleyebiliriz.