“Havuç ve Sopa” Politikasının Suriye'de Desteklenmesi Gerekiyor

11 Eylül'den bu yana birçok hükümet tarafından iç savaş bağlamında uygulanan terörle mücadele yaklaşımı, aşırılığın ve terörizmin derecesini düşüremedi. Silahlı örgütleri siyasi süreçten dışlayan yaklaşım, cihatçı-Selefi ideolojisi ve metodolojisinin aşırı bir türünün yaygınlaşmasına sebep oldu. Zaman, cihatçı hareketler içindeki ılımlı ve pragmatik kanatları, tüm tarafların nihai anlaşmalara saygı göstermesi gereken müzakere sürecine dahil ederek onları teşvik etme zamanıdır.

İç savaş şartlarının karmaşıklığı göz önüne alındığında, Suriye'de savaşan cihatçı örgütlerin hepsi DAEŞ gibi değildir. Müzakerelere açık ve siyasi aktör olarak hareket eden cihatçı örgütleri, katı ve nihilist olanlardan ayırmak oldukça önemli. Yeni bir bakış açısı yaratmak ve aşırılık yanlısı silahlı grupları siyasi sürece dâhil etmek için çaba göstermek, daha ılımlı ideolojilerin ve/veya eylemlerin önünü açabilir. Bununla birlikte bu strateji, yaptırımların uygulanması kadar teşviklerin sağlanmasıyla da bağdaştırılmalıdır. Ayrıca, müzakerelerin sonuçlarının yerine getirilmesi ile de ilişkilendirilmelidir.

Bu stratejinin bir örneği, Suriye’deki silahlı örgütlerden biri olan Ahrar el Şam ele alındığında açıkça görülebilir. Hareket, müzakere sürecine girerek 2014'ün başlarında cihatçı-Selefi ideolojisini terk etti ve daha çok siyasi bir aktör haline geldi. Aslında, bu değişim birçok diğer faktörle birlikte ABD ve AB’nin yanı sıra Türk hükümetinin çabaları olmadan mümkün olamazdı. Aynı şekilde, Ahrar el Şam'ın yörüngesinde meydana gelen değişim diğer cihatçı örgütleri şiddetli kaymalara itti. Örneğin, el Kaide ile bağlantısına son veren Heyet Tahrir el Şam (HTŞ).

Bazı batılı hükümetler, siyasi kapsayıcılığın, Ahrar el Şam'ın ideolojisi ve eylemleri üzerindeki olumlu etkisini kabul etseler de, HTŞ’nin politik davranışlarında açık değişiklikler olmasına rağmen aynı çabaları HTŞ’ye uygulama konusunda isteksiz görünüyorlar. Ancak, Türkiye'nin en azından şimdiye kadar başarılı olduğu kanıtlanan deneysel yaklaşımından vazgeçmediği ve devam ettiği görülmektedir. Türkiye, ödül ve ceza yöntemini uygulayarak, örgüt içindeki pragmatik ve gerçekçi üyelerin güçlenmesini sağladı; örgüt nihilistten ziyade siyasi bir aktör rolüne büründü. HTŞ, el Kaide'den uzaklaştı ve hatta el Kaide’nin varlığını zayıflatmak için mücadele yürüttü. Dahası, kontrolü altındaki bölgelerde DAEŞ hücrelerini ortadan kaldırmak için mücadelesini devam ettirmektedir.

Dolayısıyla, HTŞ'ye yönelik daha fazla provokasyon ve yaptırım, örgütün daha sıkıntılı değişikliklere gitmesine sebep olacaktır. Siyasi süreçlerden ödün vermeyi kabul eden ve onları çıkmaz sokağa iten cihatçı hareketleri dışarıda bırakmak, pragmatik kanatların zayıflamasına ve hareket içindeki aşırılık yanlılarının güçlenmesine yol açacaktır. Bu, özellikle cihatçı hareketin pragmatik olması ve sağlam tavizler vermesine rağmen siyasi aktör olarak kabul edilmeyeceği göz önünde bulundurulduğunda şüphesiz DAEŞ’in söylemini geliştirmesi için uygun bir zemin sağlayacaktır. Bunun yanı sıra, siyaset sahnesinde kendini daha fazla gösterme, HTŞ'nin kutsal düşünsel çerçevesini açığa çıkaracak ve siyasete katılım tabanda kaçınılmaz olarak bu hareketin hata yapmasına yol açacaktır; bu durum ise insanları örgütün eylem ve fikirlerini eleştirmeye teşvik edecektir.

Fakat Türkiye’nin Suriye'deki deneysel yaklaşımı, NATO ortaklarıyla işbirliği geliştirilmeden ve özellikle de ABD ve Avrupa'dan destek alınmadan pek mesafe kat edemez. Koordinasyon, Türkiye'nin HTŞ’ye yönelik hareket-içi değişim yapma yönünde daha fazla baskı uygulaması için ek manivela gücü sağlayacaktır; bu, sadece örgütün davranışlarını ve eylemlerini değiştirme noktasında değil, aynı zamanda fikirlerini tekrar gözden geçirme noktasında da geçerli olacaktır. Bu durum örgütün zamanla çözülmesine yol açabilir. Öte yandan, böylesi bir işbirliği, Suriye’nin geleceğini birlikte inşa etme yolunda Türkiye ve NATO arasındaki ilişkileri güçlendirecektir.

Diğer taraftan koordinasyon eksikliği istenmeyen gelişmelere yol açacaktır. Öncelikle, sadece DAEŞ'in varlığına ket vurmakla kalmayıp örgütün ideolojik dayanağına da meydan okuyan cihatçı hareketleri modernleştirmeye yönelik girişimleri baltalayacaktır. Ardından, Rusya'nın desteğini arkasına almış Esad'ın birliklerinin çatışmasızlık bölgeleri anlaşmasını ihlal etmesi ve İdlib'i bombalamaları için mükemmel bir bahane olacaktır. Bu durum, insani bir felakete ve Türkiye ile şüphesiz diğer Avrupa ülkelerini istila edecek daha fazla mülteci dalgasına yol açacaktır. Son olarak, yalnızca Suriye'de değil, aynı zamanda diğer bölgelerde Batılı güçlerin ideoloji ve metodolojilerini değiştiren pragmatik cihatçılarla değil, Esad gibi otoriter rejimlerle yaşayabileceğine inanan aşırıcı kanaati onaylar nitelikte olacaktır.

Suriye'de kritik seviyeye ulaşan iç savaşın ışığında, sadece şiddet içeren aşırı cihatçı-Selefi örgütlerin eylemleriyle mücadele etmekle kalmayıp aynı zamanda düşüncesel çerçevesini de ortadan kaldırma amacıyla uygulanan stratejilere dikkat etmek önemlidir. Irak'ta ne olduğunu tekrarlamak için zaman yok. Açıkça belli ki sonuç itibariyle şiddet ve aşırılık yanlısı cihatçı-Selefi örgütün barbarca bir versiyonu ortaya çıkmıştı; bir diğer adıyla DAEŞ. DAEŞ, sadece Arap bölgesindeki istikrarı tehdit etmedi; aynı zamanda ABD ve Avrupa dâhil diğer bölgelere de istikrarsızlık yaymakta. Şimdi NATO üyelerinin Türkiye’nin cihatçıları modernleştirecek ve onları DAEŞ’e karşı mücadeleye ve diğer aktörlerle daha gerçekçi bir müzakere sürecine entegre ederek değişim fırsatı yaratacak deneysel terörle mücadele yaklaşımını destekleme noktasında sıkı bir işbirliği geliştirme zamanı. Bununla birlikte, burada müzakere süreci başlı başına bir hedef değil, tüm aktörlerin tavizleri kabul etmeleri ve görevlerini yerine getirmeleri gereken bir yoldur. Aksi takdirde, bütün dünya olarak daha ciddi sonuçlarla karşı karşıya kalacağız.