Söyleşi

DURSUN YILDIZ: "TÜRKİYE KOMŞULARINA SU YÖNETİMİ TEKNİKLERİ VE PLANLAMASI KONULARINDA YOL GÖSTERMELİ"

ORSAM Su Araştırmaları Programı’nın sorularını yanıtlayan Hidropolitik Uzmanı Dursun Yıldız, Türkiye’nin sınıraşan sular politikası, su transferi projeleri, Ilısu Barajı’yla ilgili tartışmalar, AB Su Çerçeve Direktifi ile Türkiye’deki su yönetimi ilişkisi ve Ortadoğu’da su merkezli işbirliği ve çatışma potansiyelleri gibi konularda değerlendirmelerde bulundu. Türkiye bugüne kadar sınıraşan sularını barış ve işbirliği amacı dışında bir amaçla kullanmadığını vurgulayan Yıldız, “Ama artık Türkiye’nin bunun da ötesinde bir şeyler yapmalı. Komşu ülkelere teknik ve planlama açısından da yol göstermeli” dedi.   ORSAM:  Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? 
  Dursun Yıldız: 1958 Samsun doğumluyum. İnnşaat mühendisiyim. Aynı zamanda su politikaları uzmanıyım. DSİ Genel Müdürlüğü’nde çeşitli birimlerde mühendis, şube müdürü ve daire başkan yardımcısı olarak 25 yıl görev yaptıktan sonra 2007 yılında emekli oldum. Bu süre içinde Hollanda ve Amerika'da su mühendisliği alanında lisansüstü teknik eğitim ve uygulama programlarına katıldım. Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde Su Politikaları alanında yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Ankara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezinde AB uzmanlık ve Uluslararası ilişkiler sertifika programlarını tamamladım. TMMOB ve İnşaat Mühendisleri Odasında çeşitli dönemlerde yönetim kurulu üyeliği ve ikinci başkanlık görevlerinde bulundum. Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik ve Stratejik Araştırma Merkezi ile Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesinde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak ders verdim. Halen su, su kaynakları, su politikalarıyla ilgili olarak çalışmalarıma devam ediyorum ve kendi mühendislik ve müşavirlik firmamı yürütüyorum.   İsterseniz önce Hidropolitika nedir sorusuyla başlayalım …   Bilindiği gibi su küresel ölçekte tükenmeyen kaynaklar grubu içinde sayılabilirse de bölgesel olarak ve kalite yönünden sonlu bir kaynak. Bir de dünyada yere ve zamana göre eşitsiz dağılıyor. Tatlı su kaynakları özellikle 20 yüzyılın ikinci yarısından sonra nüfus artışı ve kirlilik baskısı altında dünyanın bazı bölgelerinde ihtiyacı karşılayamaz duruma geldi.20 yüzyıl boyunca bağımsızlığını kazanan ülkeler de artınca sınıraşan su özelliğine sahip nehirler de arttı.145 ülke kısmen veya tümüyle uluslar arası nehir havzalarında yer aldı. Dünyadaki nüfusun % 40’ı sınıraşan nehir havzalarında yaşar oldu. Tüm bu gelişmelerle birlikte su üzerindeki baskılar hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında ciddi sorunlar yaratmaya başladı.   20. Yüzyıl’ın başlarından itibaren uluslar arası veya sınıraşan nitelikteki yer altı ve yerüstü su kaynaklarının tahsisi, paylaşımı yâda birlikte kullanımı konusunda sorunlar ortaya çıkmaya başladı. İşte bu gelişmeler “Hidropolitika” adı altında uluslar arası yeni bir politika kavramı ve disiplin doğurdu.   Bu girişten sonra Hidropolitikayı özetle “Ülkeler arasında su kaynaklarının kullanımı nedeniyle ortaya çıkan çıkar ilişkilerini değerlendirerek, sudan yararlanmaya dönük sosyo-ekonomik, politik ve hukuki önlemlerin alınmasına yönelik politikaları inceleyen çok disiplinli bir bilim alanı olarak tanımlayabiliriz.   Bu kapsamda Türkiye’nin hidropolitikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Türkiye’nin hidropolitikası aslında Soğuk Savaş öncesi ve sonrası olarak iki bölümde ele alınabilir. Soğuk Savaş öncesinde Türkiye’nin hidropolitikasının Türkiye’nin dış politikasıyla ilişkili olarak bugüne göre daha durağan olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca dünyada hüküm süren sert iki kutuplu uluslararası sistemde jeostratejik konumundan kaynaklanan nedenlerden dolayı başta sınır komşularıyla ilişkileri olmak üzere dış politikasını güvenlik endişelerine dayandırmıştı. Bu dönemde Türkiye genelde Ortadoğu’dan özelde ise Suriye ve Irak’tan uzak kalmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin hidropolitikası daha temkinli, ancak akılcı bir politika olmuştur. Bu dönem Dicle Fırat nehirleri üzerindeki barajların yapıldığı döneme karşılık gelir. Soğuk savaş sonrasında ise, ortaya çıkan Yeni Dünya Düzenin Türkiye dış politikasını da etkilediğini görüyoruz. Türkiye, Soğuk Savaş’ın 1990’lı yıllarda sona ermesinden sonra oluşan dinamik ve değişken uluslararası sistemi algılamakta biraz zorlanmıştır. Bu dönemde bir süre eski alışkınlıklarından kurtulamamış ve bölgesel ve global düzeyde etkinliğinin küresel gücün çizeceği rol çerçevesinde sınırlı kalmasına razı olmuştur Bu dönemde uluslararası sistemde birçok şeyin çok hızla değiştiğini ve Ortadoğu’nun artık Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yeniden dizayn edilmeye çalışıldığını görüyoruz.  90’lı yılların sonlarına doğru daha açık bir şekilde beliren Yeni Dünya Düzeni, uluslararası sistemin ABD ve diğerleri olarak ikiye bölündüğünü ortaya koymuştur. ABD’nin “imparatorluk olma” stratejisini uygulamak istediği bu sistem, küresel hegemonun tam hakim olamamasından doğan siyasi ve ekonomik boşluk alanlarında, bölgesel güç konumundaki ülkelere akılcı siyasetlerle ve bölgesel ittifaklarla etkinliklerini daha fazla artırabilme olanağı tanımıştır. Bu ortamı değerlendiren Türkiye çevresiyle, komşu ülkeleriyle dış politika değişikliğine gitmiş ve sıfır sorun üzerine bir dış politika stratejisi uygulamaya geçmiştir.
Türkiye özellikle 21. yüzyıl başlar başlamaz bölgesel ve global etkinliğini artırabilmek için sistem içinde manevra kabiliyetini genişletici esnek ve aktif diplomasiye dayalı bir dış politika uygulamaya başlamıştır. Uzmanlar bu dış politika anlayışını “Pragmatizme Dayalı Çok Taraflı Dış Politika” anlayışına benzetiyorlar. Bu politikanın ilk amacı belirsizlik ve çatışma alanlarını mümkün olduğunca Türkiye’nin yaşam ve çıkar alanından uzak tutulmasıydı. Bunun için de yapılması gereken öncelikle sınır komşularımızla sorunlarımızı en alt seviyeye indirip, güven ve işbirliğine dayalı siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler ve ittifaklar oluşturmaktı.   Bir diğer deyişle bu politika “iyi komşuluk ve karşılıklı ortak çıkar oluşturma” stratejisine dayanmıştır. Bu yaklaşımın içinde sınıraşan suların da var olması gerekiyordu. Özellikle Ortadoğu’daki komşularımız için Dicle ve Fırat suları sıfır sorun politikası doğrultusunda daha aktif bir hidropolitika ile kullanılmıştır. Bunda tabi ki uluslararası sitemdeki değişme kadar Türkiye’nin Dicle ve Fırat üzerindeki barajların önemli bir bölümünü tamamlaması ve bunun getirdiği teknik ve stratejik avantaj da çok etkili olmuştur.   Bu nedenle karşılıklı bağımlılık açısından ikili ilişkilere önem verilirken Suriye ve Irak’ın ilave su talepleri hemen karşılanmıştır. Bu dönemde Dicle ve Fırat Nehirleri üzerindeki, barajlar çok akıllı bir şekilde işletilmiş ve Türkiye daha aktif ve kendine güvenli bir hidropolitika izlemiştir. Ancak bu dinamik hidropolitika Türkiye'nin çıkarları açısından uzun vadede gerçekten olumlu sonuç verecek bir politika mıdır? Bunun olumlu sonuç verebilmesinin en temel unsurları Türkiye’nin ekonomik gücünü ve istikrarını arttırması ve bölgedeki yeniden düzenleme çalışmalarından zarar görmemesidir. Ancak Türkiye son dönemde uluslararası sistemin kendisine biçtiği roldeki yerinden uzaklaşmaya başladıkça istikrarsızlık riski artabilecektir. Bu nedenle dengeleri çok iyi koruması ve hızla güçlenmesi gereklidir.   1980’li yıllarda çok gündemde olan 3 aşamalı planın tekrar gündeme gelebilme olasılığı bölgesel politik gelişmeler dikkate alındığında nedir?   Bildiğiniz gibi 1997 Birleşmiş Milletlerin sınıraşan su yollarınının ulaşım dışı amaçlarla kullanılması konvansiyonuna Türkiye, Çin ve Burundi ile birlikte red oyu verdi. Burada oyumuzun rengi stratejik bir öngörü yapılarak red yerine çekimser olabilirdi. Çünkü Türkiye bölgedeki jeostratejik konumu ile vazgeçilmesi güç bir ülkedir.      Bilindiği gibi  1980 yılında Dicle ve Fırat sularının hakça ve makul olarak kullanılmasını sağlayacak esasları belirlemek için, üç ülkenin uzmanlarından oluşan bir Ortak Teknik Komite (OTK) kurulması gündeme geldi. Türkiye ile Irak arasında 1980 yılında imzalanan Karma Ekonomik Komisyon protokolüne göre oluşturulan Ortak Teknik Komite'ye ''...her ülkenin sınır aşan sulardan ihtiyacı olan makul ve uygun su miktarının tanımlanmasını sağlayacak metodu kararlaştırmak..." görevi verildi. Belirtilen görev tanımı çerçevesinde OTK ilk toplantısını 1982 yılında, Türkiye ve Irak'ın katılımı ile yaptı, Bu toplantıya 1983 yılında Suriye'nin de iştiraki ile toplantılar üçlü olarak yürütüldü. Üçlü görüşmeler;1990 yılında Körfez Savaşı'nın başlamasına kadar yedi yıl devam etti. Irak-Kuveyt Savaşı sonunda ortaya çıkan şartlar nedeniyle müzakereler kesildi.    Ortak Teknik Komite (OTK) toplantılarının gündemini ilk yıllarda, Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki tesislerin inşaat durumları, hidrolojik ve meteorolojik bilgi alışverişi gibi kısa dönem sorunları oluşturdu. OTK'nin görev talimatında belirtilen ve kuruluşunun ana amacını teşkil eden, "Her ülkenin sınır aşan sulardan ihtiyacı olan makul ve uygun su miktarının tanımlanmasını sağlayacak yönteme" ilişkin çözüm planı ise, Türkiye tarafından 1984 yılında beşinci toplantıya sunuldu.   Türkiye, 1984 de O.T.K.’nin 5nci toplantısında “Fırat ve Dicle Havzası’nın Sınır Aşan Sularının Eşit ve Gerçekçi Kullanımı İçin Üç Aşamalı Plan” olarak nitelenen projeyi gündeme getirerek çok önemli bir açılımı gerçekleştirdi.   Türkiye Üç Aşamalı Plan teklifini 26 Haziran 1990 tarihinde üçlü toplantıda ve 1993 yılında Irak ve Suriye ile yaptığı ikili görüşmelerde de tekrarladı. Üç Aşamalı Plan, birinci aşamasında havzadaki su kaynaklarının envanter çalışması, ikinci aşamada toprak sınıfları ve drenaj kriterlerinin tespiti, üçüncü aşamada ise su ve toprak kaynaklarının değerlendirilmesi ve geliştirilmesini öngören bir plandı. Ancak Türkiye’nin plan çerçevesinde üç ülkenin su ve toprak kaynaklarının envanter çalışmasını ortak gerçekleştirme teklifi iki devlet tarafından da reddedildi.   Türkiye’nin öneridği bu plan bence 97 Protokolü’nde belirtilen suyun optimum, hakça ve makul kullanımı kriterlerini tam olarak sağlayan hatta ondan daha ileri olarak suyun beraber yönetilmesine kapı açan bir plandı. Türkiye’nin bu çok önemli önerisi soğuk savaş döneminin koşullarının etkisi, güven eksikliği ve rasyonel olamayan Ortadoğu düşünce biçimi ve küresel politika etkileri gibi nedenlerle sonuçsuz kaldı.   Bu arada bu dönemde 3 aşamalı planı revize edelim, değiştirelim, düzenleyelim mansap ülkelerin taleplerine göre yenileyelim şeklindeki yaklaşımlarının ne kadar geçersiz ve gereksiz olduğu ortaya çıktı.   Soğuk savaş dönemi ortadan kalktıktan sonra uluslararası ilişkilerde karşılıklı bağımlılığın artması ve teknolojik ilerlemeler de ülkelerin dış politika ilişkilerini farklılaştırdı.   Tam 15 yıl sonra 2010’da Ankara’da toplanan Türkiye, Suriye, Irak’ın su kaynakları yönetimi ile ilgili bakanları bu üç aşamalı planın ilk maddesinin uygulanması için anlaşmaya vardılar. Ancak ne yazık ki 15 sene geç kalınmıştır.   Burada bir şeyi daha ifade etmek isterim. Bir dönem sonra kesintiye uğramasına rağmen, ortak teknik komite toplantılarının hidropolitik ilişkilerdeki rolü küçümsenmemelidir. Toplantılarda suyun tahsisatıyla ilgili somut ilerleme sağlanamamış olsa bile ortak teknik komite yararlı bir iletişim kanalı olarak işlev görmüştür   Türkiye Manavgat’tan su satılması projesiyle bir başka atak daha yaptı o dönemde. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?   Tabii ki alamadı. Türkiye’nin o dönemde Manavgat Su Temini Projesinin Açılışında “Akdeniz havzasının hidropolitiğinde söz sahibi olacağız” şeklindeki amacını aşan açıklamalar yaptı.   Çünkü benim bazı kitaplarımda da belirttiğim gibi, Doğu Akdeniz, enerji yollarını denetim altında tutmak isteyen küresel güçlerin stratejik ilgi odağıdır. Bu nedenle Doğu Akdeniz’de güvelik küreselleşmiştir. Doğu Akdeniz artık bir stratejik hedeftir. Ben Doğu Akdeniz’in gelecekte küresel güçler arasında bir hesaplaşma alanı olacağını düşünüyorum. Bu nedenle Manavgat Su Temini projesinin ekonomik su taşıma alanı olan Doğu Akdeniz’de su gibi hayati öneme sahip bir doğal kaynağa bağlı bir hidropolitikanın uygulanması kolay değildir. Bunu Manavgat su temini projesinin sonucu da göstermiştir. Türkiye bu projeden istediği stratejik avantajı elde edememiştir. Çünkü hem bölge ülkeleri bir başka ülkeden gelecek olan suya bağımlı olmak istememişlerdir. Hem de Doğu Akdeniz’de manevra alanı yaratmaya çalışan ülkelerin her zaman küresel güç olan rakipleri vardır.   Bu bölgede suya bağlı bir dış politika atağının çok kolay uygulanamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu durumda Türkiye’nin de Akdeniz havzasındaki hidropolitikasında çok daha stratejik öngörülü hedeflere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.   Bu su dış satımı projeleri; özellikle, Barış suyu ve Manavgat suyu bu konuda önemliydi. Orada Türkiye yöneltilen temel bir eleştiri var. Türkiye su zengini değilim derken su dış satımına niyetleniyor. Bu nasıl açıklanabilinir?   Şimdi Türkiye “su zengini bir ülke değilim” tezini haklı olarak işledi. Aslında da öyle, Ama özellikle Ortadoğu’daki ülkelerin su sıkıntısı nedeniyle görece olarak bizim suyumuz daha fazla kabul ediliyor. Yani siz eğer Ortadoğu’da su sorununu hafifletme çabanızı iyi niyetle açıklayacak olsanız bile su gibi hayati ve stratejik bir kaynağın, başında ve vanasını kontrol eden bir güç olarak, sizin o bölgede o bu stratejik avantaja sahip olmanızı istemeyen birçok gücü karşınızda buluyorsunuz. Çünkü aslında Türkiye’nin su zengini olmadığını söylemesiyle su dışsatımı arasında doğrudan ters bir ilişki yok. Buna aslında su dış satımından daha çok su transferi demek daha doğru olur. Çünkü Türkiye Manavgat ve Barış suyu projeleri ekonomik olmaktan daha çok stratejik amaçlı projelerdi. Bu su miktarı Türkiye’nin toplam yıllık yenilenebilir su potansiyeli içinde çok düşük kalan bir miktardır. Manavgat Su Temini Projesi Doğu Akdeniz için bir stratejik açılım projesi bir manevra alanı yaratma projesiydi. Ancak bölgenin artan jeopolitik önemi ve  hidropolitiğinin, Türkiye’nin bu iyi niyetli açılım çabasını  engellediğini görüyoruz. Türkiye 160 milyon dolarlık bir tesisi yapmasına rağmen, bu tesisi Ortadoğu barışı için kullanma olanağını bulamamıştır. Bu da suyla ilgili anlaşmaların su teminine dayalı ilişkilerin dünya örneklerinde gördüğümüz gibi, kısa bir dönem içinde gerçekleşmediği ortaya koyan bir diğer örnek olmuştur. Ancak Türkiye bu konudaki hidro politikalarında tutarlı olduğunu göstermeye ve suyu bir barış ve işbirliği aracı olarak gördüğünü ifade etmeye devam etmek zorundadır.   Akdeniz havzasından biraz uzaklaşırsak, Çoruh havzası için ne gibi tehditler ve fırsatlar bulunmaktadır?   Çoruh nehri Gürcistan’a girdikten sonra yaklaşık 30 km sonra Karadeniz’e dökülüyor.- Türkiye Gürcistan'la ilişkilerini geçmişte çok iyi tutarak Çoruh’ta başka bir hidropolitik cephe açmamak için gayret sarf etti ve bunda da başarılı oldu. Çünkü Çoruh ana kol üzerindeki tamamlanan ve inşa edilen barajları dikkate alacak olursak, her ne kadar bunlar sulama amaçlı baraj olmasa da yine akımı kontrol etmesinden kaynaklanan sorunların mansap ülkeler tarafından dile getirilmesi mümkündü. Ama dikkat ederseniz bugüne kadar Türkiye Çoruh’ta başka bir hidropolitik cepheyle karşı karşıya kalmadı. Çoruh Nehrinin taşıdığı kum, çakılın bizim barajlarımızda tutulması nedeniyle Gürcistan sahillerinde oluşması beklenen sorunlar da ülkelerin karşılıklı iyi niyeti ve işbirliği anlayışıyla çözümlendi.   Aras Havzasında özellikle AB ve ABD işbirliği çalışmaları söz konusu ama pek Türkiye dahil edilmiyor. Gürcistan Ermenistan ve Azerbaycan ve İran’ı bir şekilde içine almaya çalışıyorlar ama biraz zor bu işbirliğinin sağlanması. Yapılması planlanan Doğu Anadolu Projesiyle o bölgede neler gelişebilir?   Doğu Anadolu Projesi de GAP kadar büyük olmasa da bir bölümü ile suya dayalı bir kalkınma projesi. Bu proje kapsamında öncelikle 120 bin hektarlık bir alan sulanacak. Bu projenin geliştirilmesiyle Aras’ın beslenmesinin kısmen etkilenebileceği söylenebilir. Ancak bu sulamaların Aras’tan daha çok Fırat Suyuna olan etkisi önemli olabilir. Fırat’ın yukarı havzasında yer alan DAP’ın gerçekleşmesi Fırat’ın aşağı havzasına gidecek suların belirli oranda azalmasına neden olabilir.   Gündemde son zamanlarda çokça yer alan, Ilısu barajı ve bunun yarattığı sorunlarla ilgili olarak belirtmek istediğiniz özel bir konu var mı?   Ilısu Barajı projesi politize olmasaydı, siyasallaşmasaydı hem bölgedeki tarihi miras için hem bölge halkı için hem de Türkiye için çok daha yararlı sonuçların masada tartışılabileceği bir ortam yaratabilirdi. Ama konu politikleştikçe buna karşı savunmalar da rasyonel olmaktan daha çok politik olmaya başladı.   Türkiye’den Hasankeyf tarihi mirasın korunması ile ilgili karşı çıkışları anlamak mümkün Ancak Irak’ın projeye teknik olarak karşı olduğu açıklamasını anlamak mümkün değil. Bu yılın temmuz ayının başında Ali El-Dabbagh gazetecilere, "Ilısu Barajı'nı inşa etmek nehri ve çiftçileri etkileyecek. Irak Hükümeti projeyi destekleyen ülkelerden bu desteği durdurmalarını talep ediyor" demiştir. Ülke içindeki teknik, sosyolojik, sosyo-ekonomik kültürel miras gibi karşı duruş nedenlerine ülke dışından da bir teknik karşı duruş eklenmiştir. Irak tarafından yapılan bu açıklama Ilısu Barajı’na uluslar arası kredi desteğinin durdurulduğu açıklamasından sadece bir gün önce yapılmıştır.   Bir ülkenin kendisi için önemli bir nehrin akış yukarısındaki bir baraja karşı olmasının politik, hidropolitik, hidrostratejik nedenleri olabilir. Ancak teknik olarak karşı olabilmek için bu baraj yapıldığında toplanacak suyun bir bölümünün sulama için kullanılması, yani aşağıya bırakılacak olan suyun azalması veya bu barajın doldurulması sırasında o ülkenin çok büyük ve telafisi imkânsız kayıplara uğrayacak olması gerekir. Ancak Ilısu barajının sulama amacı olmadığı için barajda depolanan su aşağıya göre üçte bir oranında olan buharlaşma kaybı hariç kayıp olmadan nehir yatağına verilecektir.   Ilısu Barajı’na Hasankeyf ve çevresinin tarihi ve kültürel mirasını korumak için yapılan karşı çıkışları haklı buluyorum. Konunun yöresel sorunlar ve bu duyarlılık üzerinden tartışılması gerekirdi. Ancak karşıtlık boyutu büyük barajlara karşı olmaya kadar uzandı. Siyasallaştı. Böylece asıl duyarlılık noktasından uzaklaşıldı. Bu durum proje alanındaki tarihi ve kültürel mirasın korunması çabalarına da olumsuz etki yaptı.   Konuyu teknik olarak değerlendirdiğimizde ise DSİ Genel Müdürlüğü’nün barajın kurulacağı yer için 11 ayrı alternatif üzerinde çalışma yaptığını görüyoruz. Ancak en uygun yer burası olarak elde edilmiştir. Bu barajdan bir yılda elde edilebilecek ortalama 3.83 milyar kwh'lik enerjinin, diğer enerji kaynakları ile özellikle pik saatlerdeki talebi karşılamak üzere kolayca ve rantabl bir şekilde üretilebilmesi zordur. Ilısu Barajı Türkiye'nin enerji ihtiyaçları açısından rantablitesi yüksek bir barajdır. Bunun yanısıra stratejik açıdan Dicle Nehri'nin anahtar barajı olma özelliğine sahiptir. Kısaca Ilısu Barajı Dicle Havzasının sigortasıdır. Bu nedenle de ayrı bir önem taşımaktadır.   Ilısu Barajı’nda yeniden yerleşimdeki sorunlar nedir? Kamuoyu bu konuyu çok fazla bilmiyor. Bu yeniden yerleşimle ilgili bir sorun var mıdır orada? Sorun nasıl çözümlenebilir.   Burada bana göre yeniden yerleşimdeki en önemli konu fiziksel olarak barınma olanakları yaratılmasından çok kültürel duyarlılıktır. Yani Ilısu barajında yeniden yerleştirilmeye tabi tutulan yöre halkının öncelikle kendi kültürlerinden koparılmaması gerekiyor en önemli konu budur. Bunun için öncelikle çok detaylı çalışmalar yapılması gerekiyordu. Bunu ilgili kurumlar yaptı. Ancak, o bölgede bunun halka anlatılması ve projenin katılımcı bir anlayışla gerçekleştirilmesinde sorunlar yaşandı. Bu çalışmalara yeterince erken başlanılamadı. Ilısu barajında yapılması gerekenler yapılıyor ama geç yapılıyor, eksik yapılıyor. Bu nedenle tarihi ve kültürel açıdan böyle hassas bir bölgedeki proje bu alanda bazı haklı eleştirilerle muhatap kalıyor.   Bu proje 2014 yılında bitebilir mi?   Hayır. Ilısu barajının 2014 yılında tamamlanması mümkün değildir. Bu tarihleri verirken dikkatli olunması gerekiyor. GAP içindeki sulama alanlarının tümünün 2013 yılında sulamaya açılacağı açıklanmıştı. Bu da gerçekçi bir tarih değil Bakın GAP’ın tamamlanma tarihi üçüncü defa erteleniyor. Beklentilerde hayal kırıklığı yaratmamak için bu tarihlerin çok daha gerçekçi olarak verilmesi gerekir. Ben GAP’ın bütün birleşenleriyle en erken tamamlanma yılını 2023 olarak görüyorum.   Türkiye’nin su politikasının daha kapsamlı olarak oluşturulması ve bu alandaki uzman ihtiyacın giderilmesi için ne gibi önerileriniz olacak?   Türkiye su kaynakları yönetimi politikası konusunda öncelikle hızlı bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Ülkemizin su kaynakları yönetimi politikası artık hızla artan taleplere rasyonel bir şekilde yanıt vermiyor. Bu nedenle bir an önce yasal ve kurumsal olarak bu yapıyı yenilemek zorundayız. Ülkemizde su kaynakları yönetimi çok başlı, çok parçalı ve koordinasyon eksikliği içerindeki yapısından bir an önce uzaklaştırılmalıdır. Bunun için en uygun kurumsal yapı tüm mevcut yapıları bünyesinde barındıran bir Su Kaynakları Bakanlığı’nın kurulmasıdır.   Bu bakanlık bünyesinde suyun çok başlı, çok parçalı görüntüsü tek şemsiye altında toplanmalıdır. Diğer taraftan son 10 yılda hızla artan stratejik araştırma merkezlerinden bazılarında suyun uluslararası ve stratejik önemi ile ilgili çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmaların bir veya birkaç üniversitenin bünyesinde açılacak olan hidropolitik ve stratejik araştırma merkezi veya enstitüsü tarafından da yapılması bence çok daha önemli olacaktır. Bu kapsamda su politikaları alanında hem ülke içi hem bölgesel hem de küresel ölçekteki gelişmeler bilimsel yöntemlerle, bütünlük içerisinde ve çok disiplinli bir bakış açısı ile ele alınarak incelenecektir. Geçmişte, Hacettepe Üniversitesi bünyesindeki Hidropolitik ve Stratejik Araştırma Merkezi’nin kapatılmasının ne kadar yanlış olduğu gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu yapılar bu alandaki uzman ihtiyacını da karşılayarak konunun spekülasyondan uzak daha bilimsel olarak ele alınmasına olanak tanıyacaktır.   Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi ile Türkiye’deki su yönetiminin yapılandırılması arasında ilişki nedir?   Türkiye AB’ye üye adayı bir ülke olması ve müzakereler başlamış bulunması nedenleriyle Su kaynakları yönetimini AB’nin Su Çerçeve Direktifindeki su yönetimi anlayışına uydurmak durumundadır. Bu kapsamda 2013 yılına kadar Bir Su Çerçeve Yasası çıkartmak ve su kaynakları yönetimini düzenlemek zorundadır. Ancak bu düzenlemelerin çok büyük bir bölümü AB için değil Türkiye’nin ihtiyacı olduğu için bir an önce gerçekleştirilmelidir.
Bu nedenle ben AB’nin su çerçeve direktifinden büyük zararlar göreceğimizi düşünmenin doğru olmadığına inanıyorum. Tabi ki bu direktifte AB’nin özgün koşulları dikkate alınarak çevre hassasiyetinin öne çıktığı ve sınıraşan sularda ortak havza yönetiminin önerildiği bilinmektedir. Kaldı ki bu ortak yönetim maddesinde de esneklik vardır. Zaten AB ülkelerinin birçoğu havza yönetim planlarını zamanında hazırlayamadılar. Bunlar arasında sınıraşan nehirlere sahip ülkeler var. Bu nedenle bu konuda ülkemizin müzakerelerdeki pozisyonu iyi belirlenirse AB Su çerçeve direktifinin bazı kısıtlayıcı etkileri azaltılabilir.   Türkiye zaten suyu Fırat-Dicle havzasında tek başına yönetmeye aday bir ülke değildir. Türkiye bu inisiyatifi 1980’lerin başında göstermiştir. Ama bu anlamda dikkat edilmesi gereken şey, işin içine orada bizi rahatsız eden şey, İsrail gibi diğer Ortadoğu’daki bazı ülkelerin soruna dahil edilme çabasıdır. Yani aslında şunun altını çok kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Ortadoğu’daki temel su sorunu, Türkiye, Irak ve Suriye arasındaki Fırat ve Dicle’nin kullanım sorunu değildir. Bu sorun mutlaka çözülür. Ancak Ortadoğu’daki asıl sorun, Dicle ve Fırat sularının, Ortadoğu’nun İsrail, Ürdün, Lübnan gibi zaman zaman su konusunda denkleme katılmaya çalışılan ülkelerinin sorunlarına alet edilmesidir. Bu durum ne Dicle ve Fırat’ın su bütçesi açısından ne de uluslararası hukuk açısından mümkün değildir. Dicle ve Fırat aktığı ülkelerin taleplerine yeterince cevap verebilecek iki ana nehirdir. Bu iki nehir, diğer ülkelerin su sorunlarına alet edilmediği sürece Ortadoğu su sorununu çözmek kolaylaşacaktır, alet edildikçe zorlaşacaktır.   Su’dan Savaşlar adlı kitabınız çıktı. 21. Yüzyılda Su Savaşları’nın çıkma olasılığı nedir?   Su, 21. yüzyılın en stratejik kaynağı olacak. Bu nedenle suyun daha kısıtlı olduğu bölgelerdeki ülkeler arasında bazı gerginlikler yaşanabilir.   Bu gerginlikler küçük çatışmalara da neden olabilir ancak mutlak bir su savaşını öngörmek çok kolay değil. Bu öngörü yapılırsa bu savaşın tanımının da yapılması gerek. Bu durumda bu savaşın bölgesel ölçekte mi, küresel ölçekte mi yoksa yerel ölçekte yoğunlaşan anlaşmazlık ya da çatışma şeklinde mi olacağı belirtilmelidir. Yine bunların yanısıra bu savaşın askeri hedefi ve somut kazanımlarının ne olacağı da açıklamaya muhtaçtır. Bu öngörülerin belirttiği şekilde gelecekte bir savaş çıkarsa bunun gerçekten sadece su nedeniyle mi çıktığı da incelenmelidir. Tüm bu nedenlerle suyun tek başına ülkeler arasında bir sıcak çatışmaya neden olacağını düşünmüyorum. Suyun bu bölgelerde çatışma ve gerginlik yaratmak için bir araç olarak kullanılması ihtimalini daha yüksek görüyorum. Çünkü su konusunda bir sıcak çatışmanın ülkelere sağlayacağı sürdürülebilir ve pratik bir yararı olmayacaktır.   Aslında dünyada uzun dönemdir suyun paylaşımı olarak yerel anlamda, silahlı çatışma olarak ülkesel anlamda, ekonomik olarak da küresel anlamda yaşanmakta olan su savaşları var! Diğer taraftan eğer savaş bir trajedi ise su konusunda uzun zamandır yaşanan bir trajedi zaten var. Dünyada her gün büyük bir bölümü 5 yaşın altında çocuk olmak üzere 15 000 kişini su ve suya bağlı hastalıklardan yaşamını yitirdiğini görüyoruz. Hangi savaşta bu kadar can kaybı yaşanıyor. Uluslararası sistem su’dan savaş senaryolarını öne çıkartıp kullanmak yerine öncelikle halen süren bu trajediye son vermek için çalışmalar yapmalı.   Peki, hocam bu süren savaşlar ve gelecekte Su Savaşı çıkacak iddialarına rağmen su savaşına neden olacağı görülen koşulların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar var mı?   Bu konu birçok uluslararası forum ve platformlarda ele alınıyor, programlar yapılıyor. BM’ de bu konuda sözleşmeler kabul ediliyor. Ancak bu programlardan yeterli sonuçlar alınamıyor. Bunlar yapılırken bazı bölgelerdeki gerginlikler körükleniyor, aşırı silahlanmayla çatışma ortamına zemin yaratılıyor.   Dünyada son 10 yılda askeri harcamalar % 45 arttı 2008 yılında 1,5 trilyon dolar ile rekor kırdığı söyleniyor. Bu miktar Dünya toplam gayri safi yurtiçi hasılasının % 2,4 ü Askeri harcamalar ise su ve sanitasyona ayrılan bütçeden çok fazla. Bu oran Hindistan’da 8 kat, Pakistan’da 40 kat, Etiyopya’da 10 kat. Askeri harcamaların Yemen, Uganda Kenya ve Meksika'da da yüksek olduğu açıklandı. Yani dünyada toplam 1 milyar 700 milyon insanın yaşadığı ülkelerde silahlanma harcaması su ve sanitasyon için yapılan harcamalardan çok çok fazla.   Aşırı silahlanma ve su savaşları iddiaları birlikte artıyor. Bu durumda Su Savaşı yükselen bir hegemonya kavramı mı?   Su gibi yaşamsal bir kaynak savaşmak için çok uygun bir argüman. Bu da savaş senaristlerinin ve bu alanda hesap yapanların işini kolaylaştırıyor. İletişim teknolojilerindeki baş döndürücü ilerleme algılarımızdaki yanılsamaları da arttırdı Artık birçok kavramı üstünde çok fazla düşünmeden kabul ediyoruz. Ya da ettiriliyoruz. Bu nedenle bazı analizlerde daha dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum.   Aslında bence suyun savaşlara gerekçe gibi gösterilerek gerçek savaş ve hegemonya nedenlerinin örtbas edilmesi için kullanılmakta olduğu düşüncesi, doğrudan reddedilebilecek bir düşünce değildir. Yine su savaşlarının gündemde tutulması ama sorunun çözümü için yeterli somut adım atılmaması da düşündürücüdür. Bu da bu kavramın emperyal güçlerin siyasal ve kültürel hegemonyasını sürdürmek için kullandığı bir araç olduğu düşüncesini güçlendirmektedir.   Aslında akademik çevredeki çalışmalara bakıldığında da su savaşı çıkacak tezlerinin çok fazla doğrulanmadığını görüyoruz. Bu kavram daha çok popüler magazin dergilerinde ve gazetelerde öne çıkartılıyor. Aslında su konusunda bir şeyler yapmak için su savaşının çıkmasını bekleyip onu sona erdirmeye çalışmak gereksiz Daha önce de belirttim Sıcak çatışma olmasa da bu trajedi zaten yaşanıyor. Şimdi bu trajediye su dan dan bir savaşın katkısı olur mu? Tabi ki olur. Ancak o savaş çıkana kadar geçecek sürede yaşamını su ve bağlı sorunlar nedeniyle kaybedecek olan insanların toplamının bir su savaşı sonucundan çok daha trajik olduğu görülür! Bu nedenle Su Savaşı kavramı çok kolay akılda kalan ve bu alanda yaşanan diğer trajedileri gölgeleyen bir kavram olarak da ortaya çıkıyor. Tüm bu nedenlerle bu konudaki analizlerin daha geniş yapılması gerektiğini düşünmüyorum.   Ortadoğu bir su savaşına zorunlu mu? Petrol yerine su savaşı mı kapıda?
Ortadoğu dünya nüfusunun % 5’inin yaşadığı temiz su kaynaklarının ise % 1’ine sahip bir coğrafya. Üstelik bu su kaynaklarının % 90’ı da sınıraşan su kaynakları. Petrol ve diğer jeostratejik üstünlükleri ve İsrail de dikkate alındığında bu bölgede istikrarın sağlanması zor görünüyor Ancak Ortadoğu’daki su sorununun iki bölgede ele almalıyız. Bunlardan Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği ülkeler olan Türkiye, Suriye, Irak ta su var ancak suyun akılcı planlı ve verimli kullanılması sorunu yaşanıyor.
Senaryoların bir anlamda Su Savaşına zorunlu kıldığı bu bölgede son gelişmeler olumlu. Suriye Türkiye’nin ısrarla suyu bir silah olarak kullanmayacağını ileri sürdüğü barış ve işbirliğini öne çıkartan olumlu politikalarına son dönemde karşılık vermeye başladı. Bu olumlu bir gelişme. Bu bölgedeki tek sorun Irak’ın geleceğidir.
Ancak İsrail, Ürdün, Filistin, Güney Lübnan bölgesi su sıkıntısının artabileceği bir bölgedir. Zaten bugüne kadar su konusunda sıcak çatışmalar da bu bölgede yaşandı. Bu bölgede Ürdün’ün fosil yer altı suyunu çıkartması, İsrail’in ise son dönemde çok büyük deniz suyu arıtma tesisleri yapması bölgede kısmi bir rahatlama sağlayabilir.
Petrol yerine Su Savaşı konusundabence su ve petrol üzerindeki küresel stratejilerin benzer olarak ele alınması doğru değil. Su yenilenebilir bir kaynak petrol değil. Bu çok önemli bir fark yine su daha çok bölgesel kullanmaya yönelik bir kaynak. Bu yönüyle de petrolden ayrılıyor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

21. Yüzyılın dünyada su üzerinden küresel politika ve stratejilerin artacağı bir yüzyıl olacak. Bu nedenle bu konu gündemde daha fazla yer alacak. Bu da hidropolitik çalışma ve değerlendirmelerin önemini arttırıyor.
Türkiye tüm komşu ülkelerle sudan sınırı olan, kara sınırlarının dörtte biri nehirlerden oluşan ve akışa geçen suyun % 36’sının sınıraşan su havzalarından kaynaklandığı bir ülkedir. Bu durum Türkiye’yi hidropolitikaya zorunlu kılıyor. Türkiye bugüne kadar sınıraşan sularını barış ve işbirliği amacı dışında bir amaçla kullanmamıştır. Bu nedenle ülkemiz bu suların optimum, hakça ve makul kullanımı ilkesine uygun davranmaktadır. Ama artık Türkiye’nin bunun da ötesinde bir şeyler yapması gerekiyor. Türkiye komşu ülkelere teknik ve planlama açısından da yol göstermesi gerekiyor. Bu nedenle Türkiye’nin su kaynakları yönetiminde günün koşullarına göre değişim ve ilerleme bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.
Sayın Yıldız, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyoruz. Bizi bilgilendirdiğiniz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz


NOT: Dursun Yıldız'ın su konusunda yayınlanmış olan eserlerineToprak Su Enerji isimli siteden ulaşılabilir.
    *Bu röportaj,25 Ocak 2010 tarihinde ORSAM Hidropolitik Uzmanları Dr. Tuğba Evrim Maden ve Dr. Seyfi Kılıç tarafından Ankara’da gerçekleştirilmiştir.
** Bu röportajın aynı hali, Ortadoğu Analiz  dergisinde (Şubat 2011, Cilt 3, Sayı 26)yayınlanmıştır. Dergideki hali ekte yeralmaktadır.