Amerikan Büyükelçiliği’nin Kudüs’e Taşınması ve 2. Nekbe

Hepimizin bildiği gibi Amerika Başkanı Donald Trump geçtiğimiz Aralık ayında tüm dünya ülkelerini karşısına alarak Kudüs’ü bir bütün olarak İsrail’in başkenti sayan, 1995 yılında Amerikan Kongresi’nin aldığı kararı onayladığını tüm dünyaya deklare etmiştir. Bu tanıma kararı elbette Amerika açısından Tel Aviv’de bulunan Amerikan Büyükelçiliğini de Kudüs’e taşıma anlamına geliyordu. Trump, aldığı tanıma kararını geç kalınmış bir hamle olarak tanımlarken bu kararın barışı tesis edeceğini de iddia ediyordu. Lakin geçtiğimiz Aralık ayında alınan karar sonrasında birçokları taşınmanın zamana yayılacağını beklerken, taşınma işleminin 14 Mayıs’ta gerçekleşeceği deklare edildi. Kendisinin telekonferans ile katılacağı bu törene kızı ve damadının da katılacak olması Trump’ın bu adımı ne kadar önemsediğini de ortaya koyuyordu. Yine 30’u aşkın devlet, büyük elçi düzeyinde bu açılışa katılarak Aralık ayında desteklemedikleri Trump’ın kararını şimdi fiili olarak desteklemektedir. Peki büyükelçiliğin bugün açılmasının anlamı nedir? Bu ve benzeri sorular gündemi meşgul ederken önce 14/15 Mayıs tarihinin öneminden başlayarak, bugün atılan adımın uluslararası konjonktür açısından anlamı nedir?

İsrail’in 15 Mayıs 1948 yılında ilan ettiği bağımsızlık kararı Filistinliler için 70 yıldır süren bir felaketler silsilesinin başlangıcı olmuştur. Filistinliler bu acı günün gelecek nesiller tarafından unutulmaması ve yaşananlardan ders alınması için 15 Mayıs gününü Nekbe (نكبة) yani Büyük Felaket günü olarak her yıl anmıştır. (Nekbe ismi ilk olarak Filistin’den sürülen ve Suriye’ye göç etmek zorunda bırakılan Filistinli Hristiyan bir düşünür olan Konstantin Zurayk tarafından kullanılmıştır). Söz konusu bu dönem içerisinde, nüfusun üçte ikisine tekabül eden bir kitlenin zorla topraklarından sürülmesi Araplar nezdinde dönemin bu şekilde isimlendirilmesine sebep olmuştur. Bugün geldiğimiz nokta itibari ile beş milyonu aşkın Filistinlinin çoğu mülteci kamplarında ve topraklarından sürülmüş bir şekilde yaşadığı bilinmektedir.

Büyük Felaket, 70 yıllık tarihi boyunca, hemen hemen her yıl 14 Mayıs’ta düzenlenen birtakım gösteriler ile dünya kamuoyunun gündeminde tutulmaya çalışılmıştır. Bunun yanında, İsrail’in bağımsızlık günü ise 1948 yılının 14-15 Mayıs’ı olarak kabul edilmiş ve miladi takvime göre bu tarihler tescillenmiştir. Tam da bu noktada, bugün yaşanan olaylarda yanlış bilinen durum, İsrail’in bağımsızlık gününü her yıl bu tarihilerde (14-15 Mayıs) Yahudiler tarafından kutladığı sanılmaktadır. Öncelikle bilmemiz gereken husus; Yahudi Takvim ile Miladi Takvim’in farklılığıdır. Örneğin; bu yıl İsrail kuruluş yıldönümünü 18-19 Nisan tarihlerinde kutlamıştır. Bu sebeple, bugün, her ne kadar İsrail’in bağımsızlığının ilan edildiği gün ile Büyük Felaket aynı güne denk geliyormuş gibi gözükse de 2018 yılı için Yahudiler kendi bağımsızlıklarını önceden kutladıkları için bugün sadece Filistinliler için Büyük Felaketin yıldönümü olduğunu görmek asıl provokasyonu görmemize yardımcı olacaktır.

Filistinliler için 70 yıldır yaşadıkları felaketin bir diğer önemli günü ise Toprak Günüdür (Yevmü’l‘Ardu). 30 Mart 1976 yılında Celile Bölgesi’nde İsrail’in Filistinlilere ait olan yüzlerce dönüm araziyi sebepsiz yere işgal etmesi ve bunun meşru kabul edilmesi üzerine artık halk sokaklara dökülmüştür. Bu gaspı ve işgali halkın protesto etmesi aslında Filistin davasında siyasilerden sonra halk tarafından verilen tepkiyle halkın bir aktör olarak ortaya çıktığını göstermiştir. 1976 yılının 30 Mart’ında gerçekleştirilen bu gösterilere Toprak Günü denmiş ve o günden bugüne sürekli olarak devam ettirilmiştir. Bu gösteriler zaman içerisinde Filistin topraklarının dışına taşmış ve dünyanın değişik  bölgelerinde de gösteriler düzenlenerek İsrail’in gerçekleştirdiği bu işgale dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Bu yıl ise Filistinliler 30 Mart ile 15 Mayıs arasında her gün gösteri yapacaklarını deklare ederek uluslararası kamuoyunun dikkatini yaşanan haksızlıklara çekmeye çalışmayı arzulamıştır. Bu gösterilerde ise bugüne kadar 50’ye yakın silahsız Filistinli şehit edilmiştir. Tüm bu yaşananların ışığında değerlendirildiğinde büyükelçiliğin açılışının bugün yapılması zaten ısınmış olan bölge için ciddi bir provokasyon niteliğindedir.

Alınan bu karar bölge açısından yıllardır zaten sıkıntılı bir süreç yaşayan İsrail-Filistin barış görüşmelerini daha da büyük bir girdabın içine sokacağı aşikardır. Zira bu barış görüşmelerin hemen hepsinde arabulucu rolünde olan Amerika, aldığı bu karar ile bir tarafın (İsrail) doğrudan yanına geçmiş olmakta ve dolayısı ile tarafsız bir arabulucu olamayacaktır. Bugüne kadar çözüm için ortaya çıkmış en büyük model olan çift devletli çözüm arayışları, Trump’ın kararları sonrasında son bulmuştur. Bu durum aslında Filistin içerisinde tek çözüm yolu savaş diyenler ve sorunu diplomasi ile çözmek isteyenler arasındaki gerilimi de artırmıştır. Zira diplomasi ile çözüm isteyen politik gruplar Amerika’nın bu kararı ile argüman üretmede zorluk yaşayacaklardır. Ayrıca yine başlayacakları diplomatik çabaların ileride boşa çıkmayacağını ülke içerisindeki diğer politik aktörlere garanti edemeyeceklerdir/edememektedirler.

Bölgesel açıdan ise aslında alınan bu kararın rastlantısal olmadığını ve İsrail’in aceleciliğinin kendisi açısından çok makul bir zemine oturduğunu görebiliyoruz. Zira bölge ülkelerinin hemen tamamı gerek komşuları ile gerekse kendi içerisinde sorunlarla ve bir siyasi çatışmalarla müşguller. Nitekim Trump tarafından alınan bu hukuksuz ve provokatif karara karşı tepki vermesi gereken bölge ülkelerinin kendi ulusal güvenliklerini değerlendirdiğimiz zaman daha öncelikli iç sorunlar ile boğuştuklarını görmekteyiz. Bu sebeple Filistin meselesi; iç savaşla boğuşan Suriye, politik ve mezhebi bölünmüşlükle mücadele eden Lübnan ve Irak,  yine ekonomik sıkıntıları ve ülkesine gelmiş olan kitlesel göçmenlerin demografisini etkilediği Ürdün için ikincil bir önem arz etmektedir. Bu noktada bölge ülkeleri yaşanan olaylara yeterli bir tepki koyamaz iken yahudi lobisi gelecek senenin planlarını yapmaktadır. Nitekim 12 Mayıs 2018 tarihinde İsrail'in kazandığı Eurovision şarkı yarışması seneye kazanan ülkenin başkentinde yapılacak olması ne kadar manidardır.

Trump’ın aldığı karara diplomatik olarak en sert tepki vermesi gereken ve Filistin davasının geleneksel paydaşları olan bu bölge ülkelerinin tepkisiz kalması bölgede Türkiye Suudi Arabistan ve İran gibi diğer bölgesel aktörlerin inisiyatif alması veya değişik şekillerde ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bu aktörlerin takındığı tavır ve üslup ise farklı bir platformda yürümektedir. Trump’ın aldığı karardan sonra Türkiye’nin çok ciddi bir diplomatik kampanyanın başını çektiğini görmekteyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan gerek Trump’ın kararı öncesinde ve gerekse sonrasında bölge ve dünya liderlerini arayarak alınan kararın yalnızca barış görüşmelerine değil bölge barışını da tehlikeye atacağını anlatmaya çalışmıştır. Nitekim bu çabalar BM genel kurulunda meyvesini vermiş ve ABD Başkanı Trump'ın Kudüs kararının hükümsüz olduğunu karar tasarısı, 9'a karşı 128 oyla kabul edilmiştir.

Bölgede Trump’ın aldığı karar ile önplana çıkan diğer iki önemli devlet ise Suudi Arabistan ve İran olmuştur. Bu iki devletten İran, Trump’ın bu kararı sonrasında çözüm üretmek yerine bölge içerisinde nüfuz arttırma üzerinden bir siyasete girişmiştir. Öncelikle İran Parlamentosu Kudüs’ü bir bütün olarak Filistin’in başkenti olarak tanıdığını oybirliği ile deklare etmiştir. İran’ın uluslararası kamuoyundan bağımsız fevri olarak attığı hamasi adımlar zaten bölgede yüksek olan tansiyonu daha da arttırmıştır. Bölge içerisinde silahlı örgütler İran’ın bu duruşundan aldığı destek ve güç ile daha da sertleşmiştir. Yine Suriye iç savaşı boyunca İran kaybettiği popülaritesini Filistin üzerinden tekrar inşa etmeye çalışmaktadır. Bunlarla beraber İran’ın silahlı örgütler nezdinde artan nüfuzunu ulusal bir tehdit olarak algılayan Suudi Arabistan ise bölgede küresel aktörlerin politikalarına teslim olarak İran’a karşı destek aramaktadır. Nitekim Trump’ın Aralık ayındaki Kudüs kararı sonrasında veliaht Prens Muhammet bin Selman’ın İsrail yanlısı söylemleri bunun göstergesidir.  

Küresel ölçekte ise aslında Trump’ın kararın sonuçlarının farklı bir boyuta ulaştığını görmekteyiz. Öncelikle Amerika Birleşik Devletleri gerek bölge içi siyasi konumundan ve gerekse Filistin-İsrail barış görüşmelerinden kendisini izole etmektedir. Sahip olduğu ve tarafsız olması gerektiği “arabulucu” sıfatını kaybettiği gibi süreç içerisinde taraf olduğunu da dünyaya deklare etmiştir. Alınan bu kararı küresel ölçekte takip eden bir diğer aktör ise Avrupa Birliğidir. Zira Avrupa Birliği ülkelerinin ifadelerinde mevcut statükonun bozulmasından ciddi rahatsızlıklar göze çarpmaktadır. Zira bozulacak statükonun ilk etapta çatışmaya ve çatışmanın da yeni bir göç dalgasına sebep olacağı korkusu AB söylemlerinde baskındır. Yine AB ülkeleri zaten hassas ve kırılgan bir zemin üzerinde yürüyen bölgenin siyasal yapısının kontrol edilemez bir çatışmalar silsilesinin içerisine girmesinden endişe etmektedirler. Fakat temel korkunun bölgede artacak çatışmaların yeni bir göç dalgası oluşturacağı endişesi olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir. Elbette Filistin’de artan bu tansiyonun Avrupa ülkelerinin sokaklarına ve meydanlarına da yansıması yüksekle muhtemeldir.

Diğer taraftan Rusya, Trump’ın aldığı kararın ABD’yi bölgede yalnızlaştırmasını kendi bölge siyaseti açısından bir fırsata çevirmek arzusundandır. Rusya bölgedeki etkinliğini ilk önce Doğu Blokunun çökmesi ve daha sonra Birinci Körfez Savaşı ile birlikte Amerika’ya bırakmıştı. Bölge’de son 30 yıldır yaşanan tüm gelişmelerin merkezinde Amerika baskın bir aktör olarak ön plana çıkarken Rusya hep geri planda kalmıştır. Amerika’nın Araplar ve bölge ülkeleri nezdinde bu kadar önemli bir meselede İsrail’in yanında pozisyon almasına karşın Rusya, Amerika’nın pozisyonunu eleştirerek bölgede sempati kazanmakta ve dolayısı ile nüfuz alanını genişletmektedir.

Sonuç olarak 1948 yılı ve İsrail’in bağımsızlık ilanı İkinci Dünya Savaşından sonra bölgede yaşananları 70 yıl boyunca şekillendirmiştir. Bölgede bugüne kadar yaşanan tüm olayların merkezinde hep Arap-İsrail çatışması ve bölgesel-küresel aktörlerin buna karşı aldıkları pozisyonlar yer almıştır. Tüm bu gelişmeler ışığında Trump’ın 2017 yılının Aralık ayında aldığı bu karar ve 14 Mayıs 2018 Büyük Felaketinin yıl dönümünde Büyük Elçiliği İsrail’e taşıması bölgede yeni bir sürecin başlangıcının habercisidir. Bu süreç bölgede yeni aktörleri ve yeni çözüm önerilerini içinde barındıracaktır. Bu kadar yoğun ve sıcak ortamda itidalli olmak ve diplomatik kanalları sonuna kadar zorlamak çok önemlidir. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde sürecin başladığı andan itibaren meseleyi uluslararası kamuoyunun gündemine taşıyarak çözüm arayan Türkiye’nin pozisyonu önemlidir. Diplomatik çabalar ve bunun sonucunda ortaya çıkacak uluslararası kamuoyu baskısı sonrasında Israil’in geri adım atması ihtimali onun silahla geri adım atmasından daha muhtemeldir.