Çözüm Arayışları
E.Tümgeneral Armağan Kuloğlu, ORSAM Başkan Başdanışmanı
Bir süredir bir açılımdan söz edilmektedir. Adı henüz tam olarak konulmasa da yola “Kürt Açılımı” olarak çıkılmıştır. Buna şimdilerde “Demokratik Açılım” veya “Türkiye Modeli” diyenler de bulunmaktadır. Bu açılımın bir devlet politikası olduğu ifade edilmekte ve her kesimin destek vermesi talep edilmektedir. Toplumun bütün kesimleri ile görüşmek için de İçişleri Bakanı görevlendirilmiş durumdadır. Yapılan görüşmelerde ve yetkililerce yapılan açıklamalarda, hiç kimsenin açılımın aleyhinde olması istenmemekte, aleyhinde olanlar çeşitli şekillerde suçlanmaktadır. Bu konuda sürekli olumlu mesajlar verilmeye çalışılmaktadır. Hatta görüşülecek, müzakere edilecek kişilerin, bu düşünceye destek verecekler arasından seçilmesine özen gösterilmektedir. Biraz karşı düşünce olması ihtimali olan kuruluşlarla yapılan görüşmelerde ise, olumsuz bir beyan çıkmaması için konunun etrafında dolaşılmakta, derinliğine inmekten kaçınılmaktadır. Hatta bazen olumsuz bir durumla karşılaşmamak için soru dahi alınmamaktadır. Medya bu konuda düzenledikleri programlarda açılıma destek veren kişileri konuşturmakta, karşı düşüncelere yer vermemektedir. Diğer medya kuruluşlarından büyük olanlar ise çeşitli çekincelerle konunun aleyhinde konuşulmasını sınırlamak durumunda kalmaktadır. Küçük medya kuruluşlarının da zaten fazla sesi çıkmamaktadır. Bugüne kadar gerçekleştirilen müzakerelerde, konuya net olarak karşı çıkan tek kesimin şehit yakınları olduğu görülmüştür. Hatta bu konuda da olumlu intiba yaratabilmek için bir şehit yakını ile bir PKK öleninin ailesinin kucaklaştırılması mizanseni dahi yaratılmış ve topluma, kendi düşünceleri yönünde mesaj verilmeye çalışılmıştır. Yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı üzere toplum psikolojik baskı altında bulunmaktadır. Bu şartlar altında toplumun konuyu doğru olarak analiz etmesi ve sağlıklı bir kamuoyu oluşturması mümkün görülmemektedir. Teşhisi yanlış konulan veya tanımlanamayan sorunlar için öngörülecek tedavilerde yanlış olmaktadır. “Adına ne derseniz diyin” diye tanımlanması yapılamayan konunun doğru adı, “etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük” dür. Bu konu Türkiye’de “PKK Bölücü Terörü” ile ortaya konmuştur. Terörün siyasi amacı, silahla propaganda yapmak, devlet otoritesini zafiyete uğratmak, devletten tavizler koparmak ve bölücü siyasetin önünü açmaktır. Bu konu ABD ve AB üyesi veya olamayan Avrupa ülkeleri tarafından da desteklenmiş ve Türkiye’nin aleyhine kullanılmıştır. Konunun son zamanlarda çözüm adı altında tarihi fırsat olarak değerlendirilerek gündeme getirilmesi ve acele edilmesinde, dış faktörlerin etkili olduğu değerlendirilmektedir. Bilindiği üzere bu yıldan başlamak üzere 2011 yılı sonuna kadar ABD Irak’tan askeri gücünün tamamını çekecektir. ABD askerinin Haziran 2009’da kentleri terk etmesinin ardından ortaya çıkan istikrarsızlığın, askerler tamamen çekildikten sonra daha da artması beklenmektedir. Özellikle Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetiminin ABD’nin desteği ile ayakta durduğu, başta Sünni Araplar olmak üzere birçok kesimin husumetini üzerlerinde topladığı bir gerçektir. ABD askeri gücünün çekilmesini müteakip, Kürtlerin bir saldırıya uğraması muhtemeldir. ABD bir noktada Kürt yönetiminin Türkiye tarafından gözetilmesi ve korunmasını planlamaktadır. Ancak Irak’ın kuzeyindeki yönetim Türkiye tarafından tehdit olarak algılanmaktadır. ABD bu tehdit olma anlayışını ortadan kaldırmak için, PKK’nın Türkiye’ye karşı terör faaliyetleri düzenlemesine kayıtsız kalmış, Irak’ın kuzeyindeki yönetim de bunu desteklemiştir. 5 Kasım 2007’de Washington’da sağlanan mutabakat çerçevesinde PKK terörü ile mücadelede ABD’nin Türkiye’ye yardımcı olması karşılığında, Irak’ın kuzeyindeki yönetimle Türkiye’nin iletişim içine girmesi, onu tehdit olarak değil, her alanda işbirliği yapılabilecek bir unsur olarak görmesi kararlaştırılmıştır. Artık Türkiye’nin Irak’ın kuzeyi ile işbirliğini derinleştirmesi ve onu gözetmesi zamanı gelmektedir. Ancak Irak’ın kuzeyinde PKK’nın bulunması bu plana engel olarak görülmektedir. Bu bölgedeki PKK’nın tasfiyesi için ABD önce Türkiye’deki “Kürt sorunu” olarak adlandırdıkları hususun çözümlenmesini öngörmektedir. Bu konuda acele edilmesinin sebebinin bu olduğu değerlendirilmektedir. AB’nin de bu konuda çeşitli parlamento kararları, ilerleme raporlarında talepleri ve yürütülmekte olan müzakere sürecinde istekleri bulunmaktadır. Doğal olarak ne ABD, ne de AB, resmen bu konuya dahil olduklarını kabul etmeyecektir. Norveç resmi yetkililerinin de katıldığı, ABD’deki Atlantik Konseyi isimli düşünce kuruluşunda yapılan ve açıklanan çalışmalar da, konuya ABD ile birlikte Avrupa’nın da, resmi olmasa da, dahil olduğunu göstermektedir. Sorunun adının “Kürt Sorunu” olarak ifadesi, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan Kürt kökenlileri, bir sorun olarak görme anlayışını çağrıştırdığından, bu vatandaşlarımıza karşı bir haksızlık olarak nitelendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denmiştir. Anayasamıza göre de Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara da Türk denmiştir. Buradaki Türk kelimesi etnik anlamda değil, üst kimlik olarak aidiyet anlamındadır. “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”, üst kimlik olarak nitelendirilemez. Bu bir yanılgıdır. Diğer ülkelere baktığımızda da benzer tabirleri görürüz (Alman, İtalyan, Fransız, Yunan vb). “Türkiye Modeli” kavramı da yeni bir kavram olarak ortaya atılmakta ve Türkiye’nin yapısı ve anlayışı değiştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Modeli, Cumhuriyetin kurulması ile ortaya konmuş, güçlendirilmiş ve bugüne kadar da korunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet, üniter devlet, laik devlet esasına göre kurulmuştur. Bu konular Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ile pekiştirilmiştir. “Türküm” demek mahcubiyet, “Ne mutlu Türküm” demek de neredeyse suç olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu değerlerin ve anlayışın değiştirilmesine müsamaha ve müsaade edilemez. Etnik temelde siyaset yapmak ve çözümü etnik temelde aramak birleştirici değil, ayrıştırıcı olur. Açılım adı ile henüz daha ne olduğu belli olmayan, ancak bir kısmı çeşitli şekillerde kamuoyuna duyurulan, bundan cesaret alan ve bunu bir fırsat olarak değerlendiren bölücülerin isteklerinin de havalarda uçuştuğu bir ortamda sağlıklı olarak düşünme olanakları ortadan kalkmıştır. Aslında toplumun hangi konulara ne derece duyarlı olduğunu ortaya çıkartmak, hazmedilemeyecek, çatışmaya neden olabilecek konuları tespit etmek maksadıyla böyle bir yöntem izlendiği kanaati oluşmuştur. Bir noktada çorbanın ne kadar su kaldırabileceğinin ölçümünün yapıldığı söylenebilir. Ancak ne olduğu anlaşılmadan sürdürülmekte olan bu yaklaşım tarzı, şüpheler uyandırmaktadır. Böyle bir süreç, birleşmeyi, bütünleşmeyi değil, ayrışmayı, parçalanmayı körüklemektedir. Türk Milleti’nin ve Anayasal Kurumların hassasiyetlerinin ötesinde bir açılımın mümkün olamayacağı anlaşıldığında, beklenti içinde olan “teröristler” ve “bölücü Kürtçüler”, beklentilerinin karşılanmadığını gördüklerinde daha da radikalleşebilir. Bu durum terörü yeniden tırmandırabilecektir. Bunun bir “barış projesi” olduğunu ifade etmek de yanlış ve tehlikelidir. Barış, savaşan iki taraf arasında yapılır. Bu söylem, Türklerle Kürtlerin savaştığı ve şimdi barış yapma zamanı geldiği algılamasını yaratmaktadır. Gerek bölücü gösteriler ve gerekse bölücü siyaset yapanların elleri ile yaptıkları zafer işareti de, bu savaşı bölücü Kürtçülerin kazandığının bir göstergesi olduğunu çağrıştırmaktadır. Barış söylemi ve zafer işaretlerinin ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve gerginlik yaratan davranışlar olduğu dikkate alınmalıdır. Anlaşıldığı kadarı ile kısa vadede; pişmanlık yasasının etkinleştirilmesi, TV yayınlarının yaygınlaştırılması, yerleşim bölgelerinin isimlerinin değiştirilmesi, kamu kurumlarında Kürtçe bilen personel bulundurulması, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması, ekonomik ve istihdam yaratıcı tedbirler gibi, açılım adı altında bazı konuların gündeme getirilmesi beklenmektedir. Yerleşim bölgelerinin isimlerinin ne zaman ve neden değiştirildiği dikkate alınmadan, ana dil olmanın ötesinde ne uluslararası, ne de bilimsel bir gerekçesi olmayan bir dil yaratmanın sonuçları düşünülmeden, Türkçe öğrenmenin teşvik edilmesi yerine başka dillerde hizmet vermenin olumsuzlukları değerlendirilmeden, yetki konusunda üniter yapıyı zayıflatmanın ortaya çıkaracağı olumsuzluklar hesaplanmadan gündeme getirileceği düşünülen bu gibi uygulamalar ülkeye zarar getirebilir. Bunların terör sonucunda ve dış isteklerle yapılacağı dikkate alındığında, “terörle bir yere varılmaz”, “dış isteklere boyun eğilmez” gibi söylemlerin boşa çıktığı anlaşılacaktır. Terör, bir şeyler geliyor diye kısa süreli olarak gündemden düşebilir. Ancak daha sonra esas isteklerin sağlanması için yeniden gündeme gelebilir. Dış baskılar artabilir. İç siyaset, bölücülük konusunda mesafe kat edebilir. Bu bir kısır döngü içinde tekrarlanabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden başlayıp, tarihteki isyanları dikkate alıp, devlet otoritesinin zafiyete uğratılarak bugünkü duruma nasıl geldiğimiz analiz edilmeli, ulus devlet, üniter devlet, laik devlet ve Cumhuriyetin değerlerinin nasıl korunması gerektiğinin hesapları yapılmalıdır. Açılım adı altında, ne olduğu henüz ortaya konmayan ve olgunlaştırılmayan ve Türkiye Cumhuriyeti için olumlu olduğuna inanılmayan bu teşebbüsten vazgeçilmeli, ülkenin kutuplaşmasına, vatandaşların ayrışmasına ve ortamın gerginleşmesine imkân tanınmamalıdır. Not: Bu konunda çözümün nasıl olacağına yönelik önerilerim, 08 Haziran 2009 tarihinde “Ortadoğu Kaynaklı Bölücülük Başta Olmak Üzere Psikolojik Harekât İle Kamuoyu Oluşturma” ve 09 Haziran 2009 tarihinde “Türkiye, Ortadoğu Kaynaklı Bölünme Tehlikesinin Farkında Değil” başlığıyla ORSAM internet sitesinde yayınlanan yazılarımda açıklanmıştır.