Doğu Akdeniz’de Libya Mutabakatı ve Olası Gelişmeler

Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarına yönelik anlaşmazlıklar, her geçen gün artmaktadır. Kıyıdaş devletleri deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda çatışmaya iten temel gücün, bölgedeki enerji kaynaklarının keşfi ve bunların paylaşılması hususunda ortaya çıkan görüş ayrılıkları olduğu ileri sürülebilir. Fakat hemen belirtmek gerekir ki işin içerisine enerji konusu dâhil olunca, sorunun boyutu sadece kıyıdaş devletlerle sınırlı kalmamaktadır. Bu yüzden, Doğu Akdeniz bölgesinin deniz alanlarında zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının olabileceği ihtimalinin artması, küresel güçlerin de bölge üzerinde aktif bir politika yürütmesine yol açtı. Doğal olarak bu durum, Doğu Akdeniz’in küresel güç rekabetinde jeopolitik ve iktisadi değerinin yükselmesine önemli bir katkı sundu. Bilhassa Kıbrıs, Lübnan, Suriye, Mısır ve İsrail arasında kalan deniz yataklarında, deniz yetki alanları ihtilafı çözülmeden sürdürülen doğalgaz ve petrol arama faaliyetleri, kıyıdaş devletleri hızlı bir biçimde bir dizi krizin içerisine sürükledi.

Doğu Akdeniz bölgesinin önemli bir enerji tedarik üssüne dönüşme ihtimali ile İran ve Katar gazının Akdeniz kıyısına ulaştırılma fikri gibi küresel enerji projeleri bir bütün halinde düşünüldüğünde, Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimin derinliği hakkında fikir edinilebilir. Türkiye açısından konu ele alındığında, sorunun iki boyutu olduğu görülmektedir: Egemenlik ve Kıbrıs Türklerinin hakları. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) 2003 yılında Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmaları imzalaması, ihtilafın omurgasını oluşturmaktadır. Türkiye, GKRY ile Mısır arasında imzalanan MEB anlaşmasını; Türkiye’nin kıta sahanlığının bazı kısımlarını ihlal etmesi ve GKRY’nin böyle bir anlaşma yapmak için gerekli hukuki yetkiye sahip olmadığı gerekçesiyle kabul etmediğini, Birleşmiş Milletler’in (BM) yetkili organlarına bildirdi. Ankara, Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin egemenlik haklarını hiçe sayan böyle bir anlaşmanın yok hükmünde olduğunu ve dolayısıyla bu anlaşmaya binaen yapılacak hiçbir işlemi tanımayacağını da yaptığı açıklamalarda ilgili taraflara iletti. Türkiye 2003 yılından itibaren bu itirazlarını BM kayıtlarına geçirmeyi ihmal etmedi.

Türkiye, Kıbrıslı Rumlarla siyasal eşitliğe haiz Kıbrıs Türklerinin haklarının gasp edildiğini ileri sürmektedir. Buna göre, Rum Yönetimi her ne kadar “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla uluslararası arenada faaliyet gösterse de bu cumhuriyet 1963 yılında yıkılmıştır ve bu nedenle Kıbrıs Rumları, adanın tamamını temsil eden meşru bir otorite değildir. Türkiye bu düşünceden hareketle, Rum Yönetimi’nin imzaladığı MEB anlaşmalarının geçersiz olduğunu; bir an önce Doğu Akdeniz'de icra ettiği tek taraflı hidrokarbon arama faaliyetlerini durdurması gerektiğini; zira adanın çevresindeki doğal kaynaklar üzerinde tasarrufta bulunma hakkının, her iki tarafa da ait olduğunu defaten ileri sürmüştür. Kısaca garantör ülke sıfatıyla Türkiye, GKRY’den adadaki her iki halkın asli kurucu iradelerini, siyasi eşitliklerini ve adanın ortak sahibi olmalarını temel alan bir tavırla, adanın tümünü ilgilendiren doğal kaynaklar üzerinde tasarrufta bulunmasını talep etmektedir. Hatta bu anlaşmazlığa bir çözüm getirmek amacıyla iki öneri teklif etmiştir. Bu önerilerden birincisi, MEB ve doğalgaz meselesi, Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm bulunana kadar ertelenmelidir. Çünkü Ankara ve KKTC’ye göre MEB ve doğalgaz konusu, Kıbrıs meselesinin özüyle ilgili bir meseledir ve bu yüzden öncelikle bu sorun adil bir çözüme kavuşturulmalıdır. Diğer öneri ise, doğalgaz paylaşım meselesinin BM Genel Sekreteri’nin himayesinde kurulacak “Ortak Komisyon” tarafından ele alınmasıdır. Ankara, iki öneriden birinin kabul edilmemesi halinde uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini müdafaa etmek maksadıyla, gerekli diplomatik ve siyasi adımları vakit kaybetmeden atacağını; Türk ve KKTC kıta sahanlığında, Rumların yaptığı gibi, hidrokarbon arama faaliyetlerine başlayacağını ilgili taraflara bildirdi. Türk Dışişleri Bakanlığı ayrıca yaptığı açıklamalarda, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin sözde münhasır ekonomik bölgesinin içerisinde kalan Türkiye’nin kıta sahanlığı alanları ile KKTC’nin 22 Eylül 2011 tarihinde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPAO) verdiği ruhsat sahalarında, uluslararası şirketlerin herhangi bir petrol veya doğalgaz arama faaliyetine müsaade etmeyeceğini muhataplarına ve uluslararası topluma açık bir şekilde iletti. Türkiye’nin bütün girişimlerine rağmen, bölgesel ve küresel aktörler ile uluslararası lobi gücü yüksek enerji şirketlerini arkasına alan Rum Yönetimi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı haklarını görmezden gelmeye ve Kıbrıs Türklerini hidrokarbon kaynakları konusunda karar alma mekanizmalarına dâhil etmeme ısrarını sürdürmeye devam etti. GKRY’nin bu politik tavrının, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından harfiyen desteklenmesi Türkiye’yi krizin çözümüne yönelik tek başına adımlar atmaya mecbur bıraktı.

Türkiye ve KKTC açısından MEB meselesi, doğrudan egemenlik haklarını ilgilendiren oldukça mühim bir konudur. Aşağıdaki haritada da görüleceği üzere Yunanistan, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı yayılmacı bir siyaset takip etmektedir. Atina bu bağlamda, Mısır ile kıta sahanlığı tespitini Meis adasını esas alarak ölçümlemeyi planlamaktadır. Bu yönde bir tasarruf, haliyle, Türkiye’nin Girit-Rodos-Meis-Kıbrıs hattının güneyinde yer alan kıta sahanlığı haklarının sona ermesine yol açacaktır. Yunanistan’ın bu amacı gerçekleştirmek maksadıyla Mısır, Libya ve GKRY ile müzakereler yürüttüğü bilinmektedir. 


Bu yüzden Türkiye’nin Libya ile deniz yetki alanlarını belirleyen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”nı 27 Kasım 2019 tarihinde imzalaması, stratejik bir hamle olarak nitelendirilmektedir. Anlaşmayla Türkiye'nin Marmaris-Fethiye-Kaş kıyı hattından Libya'nın Derne-Tobruk ve Bardiyah kıyı hattına uzanan deniz alanları iki ülkenin kıta sahanlığı olarak belirlendi. Ankara açısından anlaşmanın en önemli tarafı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanlarının Yunanistan dışında kalan batı sınırının belirlenmesidir. Diğer bir husus, Türkiye bu anlaşmayla, Doğu Akdeniz’de ortay hattın ters tarafında kalan adaların karasuları dışında deniz yetki alanı olamayacağını uluslararası hukuka uygun bir şekilde bir kez daha ortaya koydu. Bu sayede Türkiye, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının belirlenmesinde maksimalist bir politika izleyen Yunanistan ve Rum Yönetimi’nin tek taraflı adımlarla yaratmaya çalıştıkları oldubittilere müsaade etmeyeceğini, bu tarihi hamlesiyle yeniden gösterdi. Ayrıca ifade etmek gerekir ki Türkiye bu diplomatik başarısıyla, MEB anlaşmazlığında ilk kez öne geçti. Daha önceleri Türkiye savunmaya dönük tepkisel eylemlerde bulunurken bu mutabakatla rakiplerinin hiç beklemediği ve onları geride bırakan zekice bir adım attı. Yine de Ankara müzakerelere açık olduğunu taraflara bildirmekten geri durmadı.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de atmış olduğu adımların neredeyse tamamı, hakkaniyete dayalı bir uzlaşı bulmak için verilmiş tepkilerdir. Sorunun başladığı 2003 yılından bu yana Dışişleri Bakanlığı’nın ısrarlı bir şekilde uzlaşı çağrısında bulunduğunu kayıtlardan takip etmek mümkündür. Ancak ne doğrudan muhataplar ne de konuya ilişkin açıklama yapma arzusu taşıyan taraflar Doğu Akdeniz’de en uzun anakara kıyısına sahip ülke olan Türkiye’nin bu uzlaşı çağrısını dikkate almadı. Dahası Türkiye’yi adeta kendi karasularına hapseden anlaşmaları kabul etmesi için Ankara’ya ciddi baskılar yapıldı. İşte Libya ile varılan mutabakat, bu yönüyle Türkiye ile Kıbrıs arasında 2003 yılından itibaren devam eden deniz yetki alanı anlaşmazlığını, Türkiye ve KKTC lehine çözüme kavuşturan önemli bir uluslararası belgedir.

Bu belgeyle Türkiye “Mavi Vatan” kuşatmasını ortadan kaldırmayı başararak, Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı sınırlarını aşağıdaki haritada gösterildiği şekliyle meydana gelmesini sağladı.


Haritadan görüldüğü üzere, Anadolu ile Afrika Kıtası sahilleri (Mısır ve Libya) arasında yer alan deniz alanları, ortay hat esasına göre tespit edildi. Kıbrıs adasının kuzeyinde yer alan A-B hattı ise Türkiye ile KKTC arasında 2011 yılında imzalanan anlaşmayla belirlendi. Mısır ile Türkiye arasında kalan C-D-C çizgisi ortay hat kuralına göre ölçümlenirken, Girit’in güneyinde kalan E-F hattı Türkiye-Libya anlaşmasıyla karara bağlandı. Genel olarak değerlendirildiğinde, hükümetin attığı kararlı adımlarla, Türkiye’nin Antalya Körfezi’ne hapsedilmesini amaçlayan denizlerdeki büyük oyunu engellediği söylenebilir.

Sonuç
Her şeyden evvel Türkiye’nin Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin 2003 yılından beri tutarlı, istikrarlı ve kararlı bir politika izlediğinin altını çizmek gerekiyor. Bugünlerde Ankara tutarlı ve kararlı bir biçimde izlediği bu politikanın meyvelerini toplamaktadır. Doğu Akdeniz’de, Türkiye’ye yönelik icra edilmeye çalışılan yalnızlaştırma, çevreleme ve kuşatma şeklindeki tüm siyasi, askeri ve iktisadi girişimler bu kararlılık sayesinde boşa çıkarılmış oldu.

MEB krizi yoluyla Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarına yöneltilen tehditler, Türkiye’nin mukavemet gücü yüksek diplomatik yetkinliğe kavuşmasına önemli bir katkı sağladı. Bunun yanı sıra Türkiye’nin denizlere ilişkin fikrini değiştirmesine ve deniz teknolojisini ilerletmesine büyük bir imkân sağladı. Bir başka önemli kazanım ise ülkede deniz gücünün önemi noktasında varılan milli mutabakattır. Bu çerçevede deniz gücünün ülkenin kaderinde büyük bir role sahip olduğu gerçeğini yöneticiler ve kamuoyu benimsedi. Zira bu bağlamda geliştirilen “Mavi Vatan” düşüncesi, Türkiye’de önemli bir karşılık buldu. Krizlerin Türkiye’ye sağladığı belki de en kayda değer avantaj, ülkenin denizlerde petrol ve doğalgaz arama birikimine yaptığı kıymetli yatırımlardır. Türkiye’nin kendi başına denizlerde sismik ve sondaj çalışmalarında kat ettiği mesafe şüphesiz takdire şayandır.

Libya ile imzalanan anlaşmaya gelince, şüphesiz Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez Al Sarraj’ı hedef alan ulusal ve uluslararası baskılar artacaktır. Ulusal baskıların başını kuşkusuz Libya'nın doğusundaki silahlı güçlerin lideri çekecektir. Zira bu süreçte Trablus’taki yönetimi ele geçirmesi için Halife Hafter’e sağlanan uluslararası desteğin artma ihtimali oldukça yüksektir. Bu sebeple Türkiye’nin tüm uluslararası platformlarda, “General Hafter, radikal İslamcı militanlara ya da DAEŞ’e karşı savaşıyor” tezini çürütmeye devam etmelidir. Nitekim mutabakattan rahatsızlık duyan bazı uluslararası güçler General Hafter’i DAEŞ ile mücadele eden bir “kahraman” olarak uluslararası kamuoyuna takdim edebilirler. Buna benzer bir durumun Suriye’de yaşandığı gözden kaçmamalıdır. Öte taraftan Ankara, Libya’nın Birleşmiş Milletler tarafından tanınan tek meşru otoritesi olan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne yönelik girişilecek hiçbir gayrimeşru eylemin kabul edilemeyeceğini yüksek sesle dillendirmeyi de ihmal etmemelidir.  

Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Mısır’ın bu anlaşmadan rahatsızlık duyduğu aşikârdır. Bu üçlü koalisyon ve bunları destekleyen diğer aktörler imzalanan mutabakatın uluslararası hukuka aykırı olduğu iddiasını uluslararası toplumun gündemine muhakkak taşıyacaktır. Özellikle Yunanistan bu süreçte gerilen Türkiye-NATO ilişkilerini kendi açısından fırsata dönüştürmek gayesiyle yoğun bir mesai harcayabilir. Basına yansıya bilgilere göre Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis, mutabakat muhtırasına karşı NATO’dan destek isteyeceklerini, çünkü NATO üyesi Yunanistan’ın açık bir şekilde uluslararası hukukunun çiğnendiğini ifade etmiştir. Yunanistan’ın iddiasına göre, “deniz yetki alanlarını tespit eden anlaşmalar sadece komşu ülkeler arasında imzalanabilir; oysa Türkiye ile Libya’nın komşuluğu yoktur ve bu yüzden mutabakat muhtırası deniz hukuku sözleşmesine aykırıdır.” Bu iddia hukuken haksız, siyaseten normaldir. Nitekim Atina’nın, uzun yıllar boyunca Ege ve Doğu Akdeniz’de genişlemeci siyaseti için planladığı maksimalist Meis ve Girit tezi, Ankara’nın son hamlesiyle çökmüştür.