Irak’taki ABD – İran Çekişmesinde Süreç Nereye Gidiyor?

15 Şubat’ta Erbil Uluslararası Havalimanı yerleşkesinde konumlu Amerikan varlığını hedef alan saldırının ardından, 20 Şubat’ta Bağdat’ın 65 kilometre kuzeyindeki ABD askerlerinin konuşlu olduğu Beled Askerî Hava Üssü’ne Katyuşa saldırıları düzenlenmiştir. Özellikle Beled Hava Üssü’ne yapılan saldırının, NATO’nun Irak’taki misyonunu dört bin personele yükseltme kararının hemen ardından gerçekleşmesi dikkat çekmiştir. 22 Şubat’ta ise Bağdat’taki Yeşil Bölge’ye üç Katyuşa roketinin fırlatıldığı kaydedilmiş, roketlerden birinin ABD Bağdat Büyükelçiliğinin çevresine düştüğü açıklanmıştır. Yeşil Bölge’ye yapılan saldırıda ABD’nin Büyükelçilik kompleksinde konuşlu C-RAM roket savunma sisteminin füzeleri engellemek için devreye gir(e)memesi dikkat çekmiş, saldırıda Yeşil Bölge’de bulunan bazı sivil araçların hasar aldığı tespit edilmiştir. Böylece bir hafta içerisinde Irak’taki Amerikan varlığına yönelik üç ayrı roket saldırısı gerçekleşmiştir. Bu saldırılar dışında aynı hafta içerisinde hem Babil vilayetinde hem Diyala’da hem de Basra’da IŞİD’e Karşı Uluslararası Koalisyon güçlerine lojistik malzeme taşıyan tırlara bombalı saldırılar gerçekleştirilmiş, saldırılarda can kaybı olmazken bazı tırların kullanılamaz hâle geldiği bildirilmiştir.

Erbil saldırılarının ardından milis gruplara karşılık verme hakkını kendinde saklı tuttuğunu belirten ABD, 25 Şubat’ta Başkan Joe Biden’ın onayladığı bir hava saldırısıyla Irak-Suriye sınırında bulunan ve Anbar vilayetinin Kaim ilçesine 11 kilometre uzaklıktaki Deyrizor’un Elbu Kemal ilçesini hedef almıştır. Pentagon Basın Sözcüsü Kirby, saldırının Irak’taki Amerikan ve Uluslararası Koalisyon personeline yapılan saldırılara karşılık olarak icra edildiğini ve saldırıların İran destekli Ketaib-i Hizbullah ve Ketaib-i Seyyidi’ş-Şüheda gibi milis gruplarının sınırda kullandığı tesisleri kullanılamaz hâle getirdiğini açıklamıştır. Pentagon “orantılı bir askerî karşılık” olarak nitelendirdiği saldırıya ilişkin detayları paylaşmazken bazı kaynaklarca ABD’nin F-15 uçakları vasıtasıyla Suriye’de İran’la ilintili milisler ve Devrim Muhafızları’nca kullanılan hedeflere yedi roket attığı iddia edilmiştir. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), saldırıda 22 Ketaib-i Hizbullah milisinin öldüğünü ileri sürerken milis gruplara ve İran’a yakın kimi haber ajansları yalnızca bir milisin öldüğünü iddia etmiştir. En-Nüceba Hareketi ve Ketaib-i Hizbullah, ABD saldırılarının cevapsız kalmayacağına yönelik peşi sıra açıklamalar paylaşmıştır.

ABD’nin İran’la ilintili Iraklı milis grupları Suriye’de vurması, kendi içerisinde Biden dönemi ABD’sinin Irak’taki milis gruplara ve İran’a yaklaşımına dair birçok okuma barındırmaktadır. Böylece İran’ın Irak’taki milis saldırıları yoluyla Washington’ı test ettiği ve nükleer anlaşmaya geri dönüş için Washington’ın üzerindeki baskıyı arttırmaya çalıştığı söylenebilir. Ancak ABD’nin, bu saldırılarla iki konuya ayrı düzlemlerde yaklaştığını ifade etmek mümkündür. Washington bu saldırılarla İran yaklaşımında nükleer anlaşma ile milis gruplarının ayrı birer başlık teşkil ettiğini ve gerektiğinde ABD’nin bu gruplara karşı askerî güç kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermiştir. Öte yandan Biden döneminin ilk hava saldırılarının, İran’la ilintili Iraklı milis grupların tesislerini Suriye’de vurması, ABD’nin Trump döneminin aksine Irak’ın egemenliğini ihlal etmemek konusuna hassasiyet göstermeye başladığı şeklinde yorumlanabilir. Zira meşruiyetinin bir kısmını Irak’taki yabancı güçlere mukavemet etmekten devşiren İran’la ilintili Iraklı milis grupların Suriye’de kümelendiği bir alanda vurulması, bu grupların Iraklı kimliğinin aksine İran’la iltisakının ön plana çıkarılmaya çalışıldığı düşünülmektedir.

Diğer yandan saldırı için Suriye topraklarının seçilmesi, yeni ABD yönetiminin İran ile Suriye konusunda daha fazla karşı karşıya geleceğine dair işaretler de sunmaktadır. Bu noktada İsrail’in 28 Şubat’ı 1 Mart’a bağlayan gece Şam’ın Seyyide Zeynep bölgesine yönelik füzeli saldırı yapmış olması da dikkat çekicidir. Zira Seyyide Zeynep bölgesi Lübnan Hizbullah’ı, İran Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu ve Irak’ta İran destekli Şii milis grupların üyelerinin yoğun olarak bulunduğu bir bölge olarak bilinmektedir. Nitekim Iraklı milis grupların Suriye’ye geçişindeki ilk motivasyon kaynağının Şiilerin kutsal saydığı Seyyide Zeynep Türbesi gibi kutsal mekanların korunması olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlamıyla ABD ve İsrail’in eş zamanlı olarak milis gruplar ve İran’ın etkin olduğu bölgeler üzerinden İran’a bir baskı oluşturmaya ve hareket alanını sınırlamaya çalıştığını değerlendirmek mümkündür.

Öte yandan ABD’nin milis gruplara Irak içerisinde değil de Suriye topraklarında saldırı düzenlemiş olması, ABD saldırılarına göz yumduğu veya yardımcı olduğu iddiasıyla milis gruplardan baskı gören Irak hükûmetini de rahatlatmış görünmektedir. Bazı gruplar buna rağmen saldırıda Irak hükûmetinin ABD’ye istihbarat desteği sağladığını öne sürse de Irak Savunma Bakanlığı iddiaları reddetmiştir. Buradaki dikkat çekici nokta, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in Erbil saldırısını gerçekleştiren aynı Şii milis grubun Suriye’de vurulduğunu söylemesi olmuştur. Zira İran’la ilintili gruplar, Erbil saldırısını soruşturan Iraklı yetkililerin milis grup ve bulundukları nokta hakkında ABD’ye istihbarat desteği verdiğini düşünmektedir. Bu bilgiler ışığında, Erbil saldırılarını üstlenen Seraya Evliyai’d-Dem isimli milis grubun, Ketaib-i Hizbullah içinden çıkan Ketaib-i Seyyidi’ş-Şüheda isimli milis grup ile bağlantılı olabileceği akıllara gelmektedir. Nitekim Ketaib-i Hizbullah ve Asaib Ehli’l-Hak gibi Haşdi Şabi çatısı altındaki İran’la ilintili gruplar, geçen haftalarda Irak’taki Amerikan varlığına karşı gerçekleştirilen saldırılarda herhangi bir rolleri olmadığını ileri sürmüş; bu da İran’la ilintili milis güçlerin paravan gölge gruplar kullanarak bu saldırıları icra etmeye devam etme ihtimalini ortaya koymuştur. Biden yönetimini, Ketaib-i Hizbullah’ı vurarak söz konusu milis grubunun gölge milislerin asıl kaynağı olduğu yönündeki iddiaları hedefine aldığının ve bu konuya taviz gösterilmeyeceğinin altını çizmiştir.

Buradan hareketle gerek Irak’ta Amerikan varlığına yapılan saldırılar ve Washington’ın buna cevabı gerekse İran ve ABD’nin nükleer anlaşma konusunda beklentilerin çok uzağında olması nedeniyle İran’ın Irak’taki milis gruplara telkin ettiği gayriresmî tek taraflı ateşkes siyasetinin çözülmeye başladığını söylemek mümkündür. Hatırlanacak olursa ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 26 Eylül’de Irak Başbakanı Mustafa Kazımi’ye Irak hükûmetinin İran yanlısı milislerin saldırılarını durdurmadığı takdirde Bağdat Büyükelçiliğini ülkeden tamamen çekeceklerine dair yaptığı uyarının ardından, İran’ın ruhani lideri Ali Hameney’in ABD çıkarlarına hizmet edebilecek saldırıların sonlandırılması emrini verdiği iddia edilmiş ve bu bağlamda ekim ayında kendisini Irak Direniş Koordinasyon Komitesi olarak adlandıran İran yanlısı Iraklı milis grupları, ülkedeki yabancı güçlere yönelik saldırıları durduracağını açıklamıştır.

Ateşkese rağmen, saldırıların yaklaşık bir ay sonra yeniden başlaması üzerine 2021’in Ocak ayında İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kani’nin Bağdat’a ziyarette bulunarak ateşkesin korunması yönünde telkinde bulunduğu iddia edilmiştir. Ancak Amerikan güçlerine yönelik saldırıların devam etmesi danışıklı dövüş yürütüldüğüne ya da düşük ihtimal de olsa bazı Iraklı milis grupların kontrolsüz davrandığına işaret edebilir. Zira Asaib-i Ehlil-Hak, ateşkesten kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada ateşkese uymayacaklarını belirtmiştir.

Dolayısıyla tarafların eylemleri ve açıklamaları baz alındığında Irak’taki milis gruplar ve ABD arasındaki tansiyonun önümüzdeki dönemde azalmayacağını öne sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak bu noktada ABD’nin NATO’yu devreye sokarak yeni bir strateji ortaya koymaya çalıştığı görülmektedir. Zira ABD’nin, NATO’nun Irak’taki asker sayısını artırma kararıyla Irak’taki sorumluluğu kendi üzerinden atarak İran’la mücadeleyi uluslararasılaştırdığını ve böylece İran’ı çok sayıda aktörle karşı karşıya bırakabileceğini söylemek mümkündür. Bununla birlikte İran’ın, Avrupa ülkeleri ile ABD’ye nazaran daha yumuşak ilişkilere sahip olduğu düşünüldüğünde; milis grupların Irak’taki yabancı ülke ve NATO güçlerine ve varlığına yönelik saldırılara devam etmesi durumunda İran’ın hareket alanının daralması ve Avrupa ülkelerinin de İran’a baskı yapması beklenebilir. Diğer taraftan NATO’nun Irak’ta daha fazla devreye girmesi hem ABD hem İran hem de Irak’ı daha rahatlatabilecektir. Zira ABD, NATO’yu daha fazla sahaya sürerek tehdidi ve maliyeti NATO ve üye ülkelerle paylaşacak, üzerindeki yükü hafifletecektir. Öte yandan İran, milis grupları dizginlemesi ya da daha kontrollü bir politika izlemesi durumunda NATO içerisindeki Avrupa kanadı ile iyi ilişkilere sahip olması nedeniyle ABD ile ilişkilerde Avrupa ülkelerinin kolaylaştırıcı bir faktör olarak ortaya çıkmasını sağlayabilir. Ayrıca Irak hükûmeti açısından da ABD’nin ülkedeki askerî varlığının bir baskı aracı hâline getirildiği düşünüldüğünde, ABD yerine uluslararası bir kuruluşun faaliyetlerini arttırması ülkedeki tüm taraflar açısından daha kabul edilebilir bir durum olabilir. Bu ise son dönemde, dış politikada denge ve çok taraflılık vizyonu ortaya koyan Irak açısından bir fırsat sunabilir.