İsrail’in Suriye Politikasında Değişen “Ehvenişer”

Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının başlangıcından itibaren İsrail’in ulusal güvenliği adına ilk stratejik değerlendirmesi, bölgede otoriter Arap rejimlerinin zayıflamasıyla beraber kendisine yönelik konvansiyonel tehditlerin de zayıfladığı yönünde olmuştur. Bu değerlendirme büyük ölçüde doğru olmakla birlikte ulusal güvenlik riskleri zayıflamamıştır hatta bunların doğası daha da karmaşıklaşmıştır. Zira bölgede devlet yapıları zayıflarken devlet dışı aktörlerin yükselişi asimetrik tehditlerin artışıyla sonuçlanmış bu durumdan en fazla istifade eden ülke İran olmuştur. Sonuç olarak özellikle 2010 sonrasında İsrail ordusunda dönüşen tehdide uygun reformlar gerçekleştirilmiştir.

Suriye’de ise toplumsal hareketlerin iç savaşa dönüşmesi sonrasında İsrail, stratejik tarafsızlık şeklinde bir pozisyon belirlemiştir. Bunun geri planında Beşar Esad ve muhaliflerin birbirlerini zayıflatmasını kendi çıkarlarına uygun görmesi yatmaktadır. Ancak zamanla zayıf bir Esad’ın yönetimde kalmasını, “öngörülemez radikal gruplardan mütevellit” muhaliflere tercih etmiştir. İsrail’in bu seçiminin stratejik bir hata olduğu, Hizbullah başta olmak üzere İran destekli aktörlerin her geçen yıl artan nüfuzu ve Tahran-Beyrut aksındaki kesintisiz akıştan anlaşılmıştır. Dolayısıyla İsrail açısından “ehvenişer” olarak nitelenebilecek bu değerlendirmenin yanlış bir hesaba dayandığı ifade edilebilir. Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında muhalif grupların kuzeyde dar bir alana sıkıştığı atmosferde, İran’ın ülkedeki nüfuzu belirgin bir şekilde artmıştır. Bu süreçte milis gruplar, Irak sınırından Lübnan’a ve Golan çevresine kadar uzanan geniş bir sahada faaliyet göstererek İsrail’i meşgul etmeye başlamıştır. Bu grupların da dâhil olduğu İsrail çevresindeki milis mobilizasyonu, olası geniş kapsamlı bir çatışmada İsrail’e yönelik ontolojik risklerin bir parçası olarak işlev görmüştür. Hizbullah’ın kapasitesini artırmasında bu grupların varlığı ve lojistik yolların sürekliliğini sağlamaları önemli bir rol oynarken İsrail bu grupların kapasitesinin artmaması ve bunları sınırlarından uzak tutmak adına 2018’den itibaren hassas saldırılar düzenlemiş, bunu yaparken gerginliği belirli bir düzeyde sınırlamaya çalışmıştır. Ancak 2024’e gelene kadar bu saldırıların İsrail’in amaçlarına ulaşmasında çok kısıtlı kazanım sağladığı ifade edilebilir.

İsrail’in Türkiye ile Bozulan İlişkileri ve Ulusal Güvenlik

İsrail’in Türkiye ile bozulan ilişkileri de güvenlik çıkarları açısından önemli bir dezavantaj teşkil etmiştir. Türkiye’nin, enerjisi ve odağının, ABD tarafından YPG/PKK terör örgütünün neden olduğu risklere kaydırılması, İran destekli aktörlerin ülkede bu derece alan kazanmasında önemli bir faktördür. Suriye’de, İran ve Rusya da dâhil olmak üzere birçok aktörle ilişkileri bulunan YPG/PKK terör örgütünün DEAŞ’la savaşta muhtaç olunan, meşru bir taraf gibi sunulmasının da hem ABD’nin çıkarları hem de İsrail’in güvenliği açısından neden olduğu zaafların tekrar tartışılması gerekmektedir. Keza terör örgütünün, DEAŞ’la savaş gibi bir önceliği olmadığı hatta bu yapı üzerinden mevcudiyetini konsolide ettiği konjonktürde yaygın propagandanın aksine DEAŞ’ın varlığının devam etmesinin işine geldiği dahi ifade edilebilir. Türkiye ile ilişkileri bozulan İsrail’in, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini güçlendirmesi ve Körfez ülkeleriyle normalleşmesine, güvenlik iş birliği ve kazanımları bağlamında gereğinden fazla önem atfetmiştir. Suudi Arabistan-İran normalleşmesi de bunun en önemli kanıtıdır. Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE), hâlihazırda muhaliflerin ilerlemesine verdiği tepkinin, ABD ve İsrail’den ayrışmasının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekmektedir.

Savaş Sahasında Yaşanan Değişim ve Muhaliflerin Hamlesi

Savaşın doğasında yaşanan hızlı değişim, yeni ve maliyet etkin teknolojilere devlet dışı aktörlerin dahi daha kolay erişebilmeleri, ülkelerin de buna adapte olmasını elzem kılmaktadır. Keza insansız hava araçları başta olmak üzere her geçen gün daha karmaşık ve etkili platformlar çatışmaların parçası olmaktadır. Örneğin Ukrayna savaşının başlarında farklı silah sistemlerinin etkinliğinden bahsedilirken bugün “First Person View (Birinci Şahıs Görüşü) Droneların” çatışmada oldukça etkili olduğu müşahede edilmektedir. Dolayısıyla bu alanda geçtiğimiz 8 yılda oldukça ciddi bir dönüşüm söz konusu olmuştur. Suriye sahası da 2016’da İran destekli aktörlerin saldırısı ve Rus hava desteğiyle Halep’in düştüğü döneme kıyasla daha karmaşık bir yapıdadır. Muhaliflerin ilerlemesinin gündemi meşgul ettiği yeni süreçte göze çarpan en önemli hususlardan birisi de bu değişime muhaliflerin daha fazla uyum sağlamış görünmesidir.  

27 Kasım itibarıyla Heyet Tahrir Eş Şam’ın (HTŞ), İdlib’den rejim bölgelerine başlattığı harekâtın beklenmedik derecede hızla ilerlemesi Suriye’deki dengeleri bütünüyle değiştirmiştir. FPV droneları da yoğun olarak kullanan HTŞ, Halep’i yaklaşık 24 saat içinde ele geçirerek Hama şehir merkezine yaklaşmıştır. Çatışmalar sırasında rejimin savunma hatları hızla çökmüş ve ilk ciddi mukavemeti ancak Hama’da gösterebilmiştir. 5 Aralık 2024’te akşam saatlerinde rejim güçleri Hama’dan da çekilmek zorunda kalmış hemen akabinde muhalifler Humus’un yeni hedef olduğunu açıklamış ve hazırlıklara başlamıştır. Burada YPG/PKK’nın da Esad’ın boşalttığı bölgelerde ilerleyerek alan kazanmaya çalışması, Suriye Milli Ordusu’nun el-Bab’dan güney yönünde ilerleyerek terör örgütünün Tel Rıfat’tan, Rakka’ya kadar tesis etmeye çalıştığı hattı yarmıştır. Böylece örgüt Tel Rıfat’ta muhasara altına alınmış ve daha sonra şehir kurtarılmıştır. Gelişmeler sırasında Rusya’nın hava desteğinin etkili olmasına karşılık, iç savaşa müdahil olduğu ilk döneme kıyasla etkisinin oldukça zayıf kaldığını ifade etmek mümkündür. Genel olarak rejimin değil savaşın değişen doğasına uyum sağlamak, kendi içinde korozyona uğrayan ve varlığını tamamen Rusya ve İran destekli gruplara bağlayan bir yapıya dönüştüğü son gelişmelerle bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Muhaliflerin İlerlemesi Karşısında İsrail’in Stratejisi

HTŞ’nin hızla ilerlemesine paralel olarak ABD’den gelen ilk açıklamalarda gelişmelerden rejim, Rusya ve İran’ın sorumlu tutulması oldukça dikkat çekicidir. Akabinde 3 Aralık 2024 itibarıyla Suriye sahasında intikal hâlindeki bazı İran destekli milislerin ABD ordusu tarafından vurulduğu yönündeki haberler, iç savaşta muhaliflere yönelik yaklaşımın esnekleştiğini teyit etmektedir. YPG/PKK’ya yaslanan geçmiş strateji, bölgede-DEAŞ tehdidinin sonlandırılması ya da İran destekli unsurların dengelenmesi yönündeki katkısının tartışmalı olmasına karşılık- hâlen devam etmektedir. Ancak muhaliflerin ilerlemesi sonrası ABD’nin dengeli yaklaşımı ile dolaylı olarak bunun çeşitlendirilmek istendiği değerlendirilebilir.

İsrail’in ise gelişmelere dair üç ana odağı bulunmaktadır. Bunlardan ilki; genel olarak ülkedeki İran nüfuzunun zayıflamasını kendi çıkarına görmesidir. İkincisi ise İran destekli vekil güçlerin, muhaliflerin ilerleyişinden nasıl etkileneceği, bu kapsamda Hizbullah’a giden lojistik yollarla ilgili senaryolardır. Üçüncü önemli husus ise İsrail’in -kuruluşuna kadar geri giden tahayyüle paralel olarak- azınlıklarla ilişkileri bağlamında Kürtlere bakışıdır. Geçtiğimiz günlerde, İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar’ın, “siyasi bağımsızlığı olmayan Kürtlerin, İsrail’in doğal müttefiki olduğu” şeklindeki ifadeyi de bunun üzerinden okumak mümkündür. İsrail basınından da izlendiği kadarıyla Suriye’deki Kürtler nezdinde bütün temsili ipotek altına almaya çalışan terör örgütü YPG/PKK’nın bu stratejide bir yere oturtulması ihtimali giderek güç kazanmaktadır. Keza resmî açıklamalarda yer almamakla birlikte medyada Tel Rıfat’taki YPG/PKK unsurlarının durumuna gösterilen hassasiyetin de dikkate değer olduğu ifade edilebilir. Bunlara ek olarak 5 Aralık’ta, Savunma Bakanı Israel Katz ve Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi’nin Suriye’deki gelişmelere ilişkin gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında yapılan açıklamada, “İsrail ordusunun olayları takip ettiği, her türlü saldırı ve savunma senaryosuna hazırlandığı, Suriye-İsrail sınırı yakınlarında bir tehdide izin verilmeyeceği ve İsrail vatandaşlarına yönelik her türlü tehdidi engellemek için çalışacağı” vurgusu yapılmıştır. Buradaki “sınır yakınlarındaki tehdit” ifadesi ile kastedilenin, muhaliflerin sınıra yaklaşması durumunda müdahale edeceği değerlendirilebilir. Bu mesafenin ne kadar olduğuna dair bir açıklık bulunmamaktadır. Örnek olarak 2018’de, Rusya ile yapılan görüşmeler sonucunda, “İranlı güçlerin, işgal altındaki Golan Tepeleri’ne 85 km’den daha fazla yaklaşmamaları” yönünde bir anlaşmaya varılmıştır. Bu mesafe, Şam’ın yaklaşık 30 km ötesine kadar ulaşan geniş bir sahayı içine almaktadır. Yeni durumda, muhalifler ve Suriye’deki iç dengeler açısından bu mesafenin fazla ihtiyatlı olacağı değerlendirilebilir.


İran’ın Lojistik Hatları-Kaynak: Alma Center           

                        
Muhaliflerin İlerleyişi-Kaynak: Şebeke Akhbaril Maari

 

El-Bukemal’den Suriye’ye çeşitli şekillerde geçirilen askerî teçhizatlar, Deyr ez-Zor/Palmira-Humus-Lübnan/Şam hattından Hizbullah’a aktarılmaktadır. Burada Şam aksı, asayişi sorunlu olmakla birlikte stratejik bir yoldur. Tanf’dan gelen hattın etkisizleşmesi ve Şam Havaalanının kullanılmasındaki riskler neticesinde Halep-Humus-Lübnan istikametinin önemi artmış, Halep Havaalanı da burada kritik bir konuma oturmuştur. İsrail’in Halep Havaalanına yönelik ısrarlı saldırıları da bunu doğrulamaktadır. Muhaliflerin Halep’i çok kısa bir sürede alarak güneyde Hama’ya ulaşması akabinde rejim güçlerini üç gün içinde geri püskürterek Humus’a ilerlemesi, doğu-batı eksenindeki Tahran-Beyrut lojistik akışı üzerinde büyük bir tehdit oluşturmaktadır. 7 Ekim sonrasında Hizbullah’ın materyal kapasitesinin aşınması ve bu durumun, İsrail’e yönelik caydırıcılığı üzerinde teşkil ettiği riskler, söz konusu lojistik yolların önemini bir hayli artırmıştır. 

Sonuç olarak Hama ve Humus’a kadar olan alanda lojistik akışın baskılanması, öncelikle faaliyetlerin daha fazla yeraltına inmesine neden olacaktır. Dahası akışın daha fazla güneye yani hem çöl bölgesinde DEAŞ varlığının olduğu hem de İsrail’in daha fazla etkili olduğu alanlara doğru kaydırılmasına neden olacaktır ki İran destekli unsurlar, riskleri nedeniyle 2022 yılı itibarıyla bu bölgelerdeki varlığını kaydırmıştır.

Ortaya çıkan manzarada İsrail’in, İran-Suriye rejimi ittifakına karşı muhaliflerin güney ekseninde ilerlemesini belirli bir noktaya kadar kendi çıkarlarına aykırı görmediği ifade edilebilir. Ancak bunun bir müttefiklik veya ortaklık olarak görülmesi hatalı olacaktır. Mevcut durumda her bir aktörün kendi çıkarlarını öncelediği bir tablo ve bu yönde attığı adımlar izlenmektedir. Dahası bu durum da nihai değildir. İsrail gelişmeleri dikkatle takip ettiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla muhaliflerin ilerleyişine gösterdiği itidalin nerede sonlanacağı önem arz etmektedir. Bu çerçevede HTŞ’nin nereye kadar ilerleyeceği ve sonrasındaki süreçte hem Hizbullah’ın beslendiği hatların durumu hem de Suriye’de ortaya çıkacak olan tablo, İsrail’in stratejisini olgunlaştıracaktır. Gelinen noktada Esad’ın Suriye’de iktidarda kalmasının İsrail için artık ehvenişer olmadığını ifade etmek mümkündür.