İsrail’in Toprak Gasbında Son Perde: Batı Şeria’nın İlhakı

Yaklaşık bir buçuk yıllık siyasi kaos sürecinden sonra yeni tip koronavirüs (Kovid-19) kaynaklı korku ve belirsizlik ortamının da dayattığı siyasi atmosfer sayesinde kurulan yeni İsrail hükümetinin ilk icraatının Batı Şeria’nın ilhakı olması aslında çok da şaşırtıcı değil. Zira seçim kampanyasında bunu bir seçim vaadi olarak öne süren Netanyahu’nun aldığı oyların bir kısmının bu plana destek mahiyetinde olduğu şeklinde bir değerlendirme yanlış olmayacaktır.

Keza ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve başladığı Ocak 2017’den itibaren kotarmaya çalıştığı ve 28 Ocak 2020 tarihinde açıklanan sözde yüzyılın planında da buna dair bir niyetin olduğu görülmüştür. Aslında metinde doğrudan Batı Şeria’nın İsrail’e eklenmesine dair bir madde olmasa da İsrail ve ileride kurulması öngörülen (dayatılan tüm şartlara harfiyen uyması halinde lütfedilirse…) Filistin devletinin sınırlarının belirlenmesi için; ABD, İsrail ve Filistin’in oluşturacağı bir komisyonun karar vermesi planlanmıştır. Ancak Filistin yönetimi bu planı kesin olarak reddettiği için kurulması hukuken mümkün olmamasına rağmen, ABD’li ve İsrailli uzmanların katılımıyla teşekkül ettirilen komisyon Kovid-19 nedeniyle bazı kısıtlamalar devam ederken aralarında; Yahudiye ve Samarya Bölgesi (Batı Şeria’ya İsrail tarafından verilen isim), Ürdün Vadisi, Gush Etzion ve El Halil Tepesi’nin olduğu yerlerde sınırların tespit edilmesi için incelemelere başlamıştır.

Süreci tetikleyen faktörler
Bunun yolunu açan ise ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Freedman’ın sözleri olmuştur. Büyükelçinin kendisinin de Yahudi olmasından olacak ki, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesinin kendi kararı olacağını ve ABD’nin bu karara saygı göstereceğini açıklaması, İsrail yönetimindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır. Tabii ki açıklanan plana gerek İslam ülkelerinden gerekse de uluslararası kurumlardan gelen tepkilerin kınama boyutunda kalması ve İsrail’e henüz bir yaptırımın söz konusu olmaması da İsrail tarafını cesaretlendiren faktörlerden biri oldu. Hatta aralarında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır’ın bulunduğu bazı Arap ülkelerinin, planın tamamen reddedilmemesi gerektiğini açıklamaları ve kapalı kapılar ardında bunu desteklediklerine yönelik iddialar da muhtemelen İsrail’in bu pervasız adımında etkili oldu. Zira konuyla ilgili aktörlerden plana yeşil ışık anlamına gelecek böyle bir yaklaşımı gören İsrail yönetiminin, yakaladığı fırsat penceresini kaçırmak istemediği anlaşılıyor.

İsrail yönetiminin ilhak planını pervasızca ilerletmesinde etkili olan faktörlerden biri de bu konuda yorum yapan bazı siyasetçi, akademisyen ve güvenlik analistlerinin üzerinde mutabık kaldıkları bir husus olmuştur. Bu ortak kanı ise, uluslararası toplumun ABD’nin öncülüğünde ve himayesinde atılan adımlara başta tepkisel yaklaştığı ancak zamanla bunları kabullendiği gerçeği oldu. Bu kesimlerin tespitine göre benzer bir kabul, bu hamlelerin doğrudan muhatabı olan Filistinliler için de geçerli. Zira hem Trump’ın açıkladığı Kudüs kararında hem de Kudüs’te büyükelçilik açılmasında gösterilen tepkiler, beklentinin altında kalmış olup o ana kadar dillendirilen tehditlerin sahada bir karşılığı olmadığı görülmüş oldu.

Benzer bir tespitin Golan kararında da geçerli olması üzerine yapılan genellemeye göre, Filistin’in ve bölgedeki diğer bazı Müslüman ülkelerin tehditlerinin de bir karşılığı bulunmadığı şeklindedir. Bir şekilde direnç gösteren aktörlerin de konunun muhatabı İsrail yerine, onun hamisi olan ABD ile yüzleşmek durumunda kalacak olması, bu direnci kırmada etkili olmuştur.

Planının aceleye getirilmesinin sebepleri;
İlhak planının bu kadar aceleye getirilmesinin birkaç sebebi bulunmakta. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz ABD’de Kasım ayında yapılacak olan başkanlık seçimidir. Zira, Kovid-19 pandemisine kadar Trump’ın kuvvetle muhtemel tekrar başkan seçileceği düşünülürken artık Demokrat Parti adayı olan eski Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın da seçimi kazanma ihtimali ortaya çıktı. Demokrat Partinin İsrail-Filistin meselesindeki yaklaşımı mevcut yönetimden farklılık arz ettiği ve bu eğilimin sorunun çözümünde İsrail’in istemeyeceği bazı sonuçlara yol açabileceği endişesi, İsrail’in elini çabuk tutmak istemesine yol açmakta. Dolayısıyla şimdiye kadar uygulandığı gibi, süreci zamana yaymak ve toplumları yavaş yavaş alıştırmak yerine, halihazırda Beyaz Saray’da İsrail’in güvenip, sırtını yaslayabileceği bir başkan varken bu sorunu halletmek en makul seçenek olarak görünüyor.

Acelenin bir diğer sebebi ise, ilhak planının hayata geçirilmesiyle ortaya çıkacak geçici kaotik ortamın, kurulan yeni hükümetin başbakanı olan Binyamin Netanyahu’nun aleyhinde işleyen yolsuzluk davasını arka plana itecek yegane faktör olması. Keza, hükümetin kurulmasına rağmen ilk duruşması 24 Mayıs’ta yapılan ve mahkemenin kararıyla duruşmaya katılmak zorunda kalan Netanyahu’nun bu durumdan hiç hoşnut olmadığı biliniyor. Hatta duruşma sonrası yaptığı açıklamada kendisine yönelik darbe iddialarından bahseden Netanyahu, gündemden düşebilmek ve mümkünse yargıyı etkileyebilmek için daha önemli politik hamlelere (high politicts) ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyor.

Yeni hükümetin elini çabuk tutmak istemesinin sebeplerinden birini de hükümet kompozisyonunda aramak doğru olacaktır. Zira geride kalan üç seçim boyunca Netanyahu’yu eleştiren ve onunla bir ortaklık yapmanın mümkün olmadığını söyleyen Benny Gantz’ın, hem savunma bakanı hem de dönüşümlü sistem gereğince 18 ay sonra başbakanlığı üstlenecek olması da ilhak sürecini hızlandıran faktörlerden biri. Çünkü Gantz, seçimlere girerken parçası olduğu geniş merkez-sol ittifaktan ayrılmış olsa da Likud’un geleneksel rakibi olan İşçi Partiyle birlikte diğer sol fraksiyonlardan ayrılmış bazı milletvekillerini çevresinde toplayarak yaklaşık 20 milletvekiliyle hükümete destek vermiş ve bu sayede Netanyahu’nun Yamina gibi daha milliyetçi bir yapıya sahip partinin desteğine ihtiyacı kalmamıştır. Ancak Gantz’ın kampanya döneminde Araplara yönelik yapıcı yaklaşımı ve iki devletli çözümü desteklediğine dair sözleri, Netanyahu için risk teşkil etmekte ve bir an önce aksiyon alma ihtiyacı hissetmektedir. Her ne kadar Gantz kendi kurduğu ittifaktan ayrılmış olsa da nihayetinde İsrail siyasetinin doğası gereği tekrar bir araya gelmeleri de imkansız değil. Böyle bir durumda bu ittifakın yapacağı ilk işin kendisini koltuktan indirmek olacağını tahmin eden Netanyahu, bu seçeneği ortadan kaldırmak için Gantz’ın da içinde yer aldığı hükümeti böylesine bir angajmana sokmaya çalışmakta.

Plana yönelik tepkiler
Filistin yönetimi, 2017’den itibaren Trump’ın almış olduğu veya göz yumduğu bazı kararlar nedeniyle zaten tedricen etkisiz hale getirilmişti. Mali yardımları kesilmiş, diplomatik temsilleri kısıtlanmış ve sözde yüzyılın planının kotarılma aşamasında muhatap dahi alınmamıştı. Uzun süreden beridir devam eden El Fetih ve Hamas anlaşmazlığı da ABD ve İsrail tarafının elini kolaylaştırmaktaydı.

Dolayısıyla süreci durduracak veya engelleyecek enstrümanlardan yoksun kalan Filistin yönetiminin yegâne tepkisi ise İsrail ile Oslo anlaşmalarına istinaden peyderpey imzalanan ama pek çoğu zaten İsrail tarafından uygulanmayan anlaşmaların iptal edilmesi şeklinde olmuştur. Gerçi bu anlaşmaların iptal edilmesinin Filistin yönetiminin meşruiyetini tartışmalı hale getireceği ileri sürülse de Birleşmiş Milletler’e (BM) "üye olmayan gözlemci ülke" statüsüyle bağlı bir devletin varlığının inkar edilmesi mümkün görülmüyor. Ayrıca bu anlaşmalar, bir şekilde İsrail güçlerinin Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki varlıklarına zemin hazırlamış, İsrail’in tüm uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak sürdürdüğü yerleşim yerleri politikasının da en önemli dayanağı olmuştur. Zaten daha fazla kaybedecek bir şeyi kalmayan Filistin yönetiminin aldığı bu kararın, sonuç olarak ilhak planının hayata geçirilmesine mâni olmayacağı açık ancak İsrail’in bu bölgelere rahatlıkla nüfuz etmesini zorlaştıracağı da muhakkak.

Arap ülkelerinin tutumu
Bölgede sistematik olarak üretilen Müslüman Kardeşler ve İran kaynaklı tehdit algısı sayesinde, bu konularda İsrail ile aynı cephede yer alan Arap ülkelerinin de İsrail-Filistin meselesindeki geleneksel politikalarından ayrılarak, İsrail’e yakın bir duruş sergilemeleri Filistin yönetimini kırılgan hale getirdi. Bahse konu ülkelerin Kudüs ve Mescid-i Aksa gibi konularda dahi, pragmatik davranarak ABD’yi karşılarına almayacak şekilde tavır takınmaları, Batı Şeria’ın ilhakına nasıl bir tepki göstereceklerinin de delili niteliğinde.

Bu durumun tek istisnası gibi görülen ülke Ürdün. Zira gerek doğrudan Kral II. Abdullah gerekse de hükümetten ilhak planının önemli sonuçları olacağına dair açıklamalar geldi. Nüfusunun neredeyse yarısının Filistin asıllı olması ve İsrail ile imzalanan barış anlaşması gereğince Mescid-i Aksa’nın hamisi olunması nedeniyle, Ürdün’ün yaklaşımında istisnai bir durum söz konusu. Ancak kısıtlı kapasitesi, Batı’ya ve doğal olarak İsrail’e olan bağımlılığı nedeniyle Ürdün’ün de bu planı önleme gücü bulunmuyor.

Türkiye ve AB’nin tutumu
Filistin yönetiminin bu süreçteki en önemli destekçileri Türkiye ve Avrupa Birliği (AB) oldu. Türkiye, her türlü baskıya ve nüfuzunu sınırlandırmaya matuf muhtelif senaryolara rağmen Filistin’e verdiği destekten vazgeçmemiş ve ilhak planı konusunda da en sert açıklamaları yapmıştır. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ramazan Bayramını tebrik vesilesiyle yaptığı konuşmada Kudüs’ün kırmızı çizgileri olduğunu söyleyerek, Filistin topraklarının peşkeş çekilmesine müsaade etmeyeceklerini açıkladı.

AB de, Kovid-19 pandemisi kaynaklı yaşadığı ağır krize rağmen ilhak planına karşı olduğunu vurguladı hatta planın hayata geçirilmesi durumunda İsrail’e yaptırım uygulanmasına yönelik kuvvetli bir çağrıda bulundu.

Planın uygulanmasına dair öngörüler

İlhak planının Temmuz başında İsrail meclisine getirilerek, meclisten çıkarılacak bir kararla, öncelikle yukarıda sayılan bölgelerin İsrail toprağı olarak kabul edilmesi bekleniyor. Ancak sahada yaşananlar bu planın zaten uzun süredir uygulanmakta olduğunu gösteriyor. Zira Batı Şeria’nın C bölgesi halihazırda İsrail’in kontrolü altında olup, bu bölgelerde yoğun şekilde Yahudi yerleşim yerleri kurulmakta. Filistin halkının yaşadığı topraklar muhtelif gerekçelerle ve yöntemlerle (duvarlar, yollar, kontrol noktaları, vs.) parçalara bölünmüş ve insanların bölünmüş bu topraklar arasındaki geçişleri İsrail’in sıkı kontrolünde bazı şartlara bağlanmıştır. Dolayısıyla ilhak planının hayata geçirilmesinde çok fazla bir zorluk yaşanmaması için gerekenler yıllar öncesinden uygulamaya konulmuştur.

Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğuna dair kararın açıklanmasında ve Kudüs’te ABD büyükelçiliğinin açılmasında da görüldüğü gibi Filistin halkının bu gibi hukuksuz karar ve uygulamaları engelleme imkânı çok kısıtlı. Özellikle Doğu Kudüs’te yaklaşık 400 bin civarında Filistinli yaşamasına rağmen, bu bölgenin Batı Şeria’dan fiilen koparılmış olması protestoların etkisini ve sürekliliğini olumsuz etkilemiştir. Keza ilhakın ilk uygulanacağı bölgeler olarak açıklanan yerler için de benzer bir durum olacağı öngörülüyor. Çünkü Batı Şeria genelinde yaklaşık 2,8 milyon Filistinlinin yaşamasına rağmen, C bölgesindeki nüfusun ancak yüzde 4 kadarı Filistinlilerden oluşuyor. Doğal olarak bu bölgelerde de geniş çaplı ve caydırıcı bir direnişin yaşanması mümkün görünmüyor.

Birbirinden fiziki olarak koparılmış bölgeler, buralardaki direnci zayıflatıyor, hatta ortadan kaldırıyor. Bu durum İsrail’in planı uygulamadaki en önemli avantajı olup, ilhakın bu şekilde engellenmesini imkânsız hale getiriyor. Dolayısıyla ilhak planının engellenmesi ancak İsrail’in bunun karşılığında bir bedel ödeyeceğini görmesi durumunda mümkün olacaktır. Ancak mevcut ABD yönetiminin aşkın desteği nedeniyle gerek uluslararası kurumların gerekse de buna yeltenecek ülkelerin İsrail’e karşı böyle bir pozisyon almaları beklenmediğinden, en azından şimdilik planın önünde somut bir engel bulunmuyor.

İsrail siyasetindeki farklı görüşlerin süreci etkileme kapasitesi
İlhak planının önündeki yegâne engelin, artık İsrail siyasetinde çok etkili olmasalar da sol ve liberal kesimlerin hükümet üzerinde tepkisi olacağı değerlendiriliyor. Netanyahu karşıtlığı bağlamında bir araya gelen bu kesimlerin, yine Netanyahu’nun şekillenmesi ve yürütülmesinde önemli rol aldığı böyle bir plana da olumlu yaklaşmadıkları biliniyor. Ayrıca Netanyahu’nun bir önceki hükümetinden farklı olarak koalisyon ortağı olarak Gantz ile birlikte hükümete giren ve önemli görevler üstlenen siyasetçilerden bazıları da plana karşı çıktıklarını açıkladılar. Bu kişilerin, koalisyon protokolünde bağlayıcı hükümler bulunsa da temsil ettikleri siyasi görüş gereğince Filistinlilerin hesaba katılmadığı, tek taraflı adımlara tepki vermeleri sürpriz olmayacaktır.

Benzer bir eğilim, özellikle ABD’de bulunan liberal Yahudi diaspora örgütlerinin pozisyonlarında da gözleniyor. Gerçi, şimdiye kadar ısrarla iki devletli çözümü desteklediğini açıklayan Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesinin (AIPAC) tavrı soru işaretleri yaratmış olsa da Jewish Agency, Israel Jewish Voice ve American Jewish Committee gibi etkili diaspora örgütlerinin tutumları süreci etkileyebilir. Zira İsrail-Filistin barışının ancak iki devletli bir çözümle mümkün olacağını düşünen bu kesimlerin, seçim sathına girmiş olan ABD’de iktidara gelecek muhtemel yeni yönetimi etkileme kapasitesi mevcut. Bu durum ilhak planı konusunda farklı bir tablonun ortaya çıkmasına yol açabilecek. Böyle bir durumda ise ne ilhakın doğrudan mağduru Filistinlilerin, ne de uluslararası kurumlar ile diğer bölge ülkelerinin planı önleme kabiliyeti bulunurken, bu süreci durdurma 'başarısı', ironik bir şekilde bahse konu Yahudi örgütlerinin olacak.

Bu analiz 11 Haziran 2020’de Anadolu Ajansı internet sitesinde “İsrail’in Toprak Gasbında Son Perde: Batı Şeria’nın İlhakı​​” başlığıyla yayınlanmıştır.