Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Ayaklanmalar ve Türkiye Modeli
E.Tümgeneral Armağan Kuloğlu, ORSAM Başdanışmanı
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da sisteme karşı başlayan hareketler, gittikçe artarak devam etmektedir. Fitilin ilk ateşlendiği ülke olan Tunus’ta, olayların şiddeti kısa sürede azalmış olmakla birlikte, oluşturulan geçici hükümet, halkın beklentilerini karşılayacağına ilişkin güven telkin etmediğinden, istikrarın sağlandığını söylemek mümkün görülmemektedir. Ancak ordu, halk hareketini desteklediğinden, zaman zaman gösteriler olsa da sükûnetin tesis edileceği beklenebilir. Yaşanan olaylardan sonra Tunus’un tam demokrasiye geçip geçemeyeceği, halkın refah seviyesinin yeterli düzeye gelip gelmeyeceği bilinmemektedir. Bilinen bir gerçek varsa, o da Tunus’un uluslararası güç odakları tarafından bir kaos içine sürüklenmesine göz yumulamayacağıdır. Çünkü Tunus, bu ülkeler içinde eğitim düzeyi en yüksek, resmen olmasa da fiilen laik, ekonomisi turizm ile düzelebilecek, diğerlerine nazaran yüz ölçümü küçük, nüfusu az ve uluslararası ortama en kolay uyum sağlayabilecek bir ülke konumundadır.
Tunus’u takiben Mısır’daki gelişmeler sonucunda Mübarek, yönetimi orduya devretmiştir. Ordu yeni anayasa ve seçim için bir takvim oluşturmuştur. Ancak ordunun rejimi nereye kadar değiştirme niyetinde olduğu bilinememekte, bu konuya ilişkin kuşkular bulunmaktadır. “Mübarek’siz bir Mübarek rejimi” oluşturmasının da mümkün olabileceği ifade edilmektedir. Çünkü ordunun Mısır’daki otoriter rejimin temel kaynağı olduğu bilinmektedir. Ordunun 60 yıl kadar önce “hür subaylar hareketi” ile iktidara geldiğine, ülkenin Nasır, Sedat, Mübarek dönemlerini yaşadığına ve ordu merkezli bir yönetimin bugüne kadar sürdürüldüğüne dikkat çekilmektedir. Valilerin önemli bir bölümünü emekli general olduğu, kamu kuruluşlarının, hatta ekonomik kuruluşların birçoğunda emekli generallerin yöneticilik yaptığı bilinmektedir. Mısır Arap dünyasının önemli bir figürü olduğundan, buradaki hareketlerin diğer ülkelere sıçradığı ve Mısır’da yönetim devrilebiliyorsa, onun örnek alınarak diğer ülkelerde de yönetimlerin devrilebileceği algısının güçlendiği görülmektedir.
Mısır’la birlikte Yemen’de, Bahreyn’de, Cezayir’de, Ürdün’de, Filistin’de, Suriye’de ve Mısır’dan sonra da Libya’da, Fas’ta hatta kısmen de olsa S.Arabistan’da ve Irak’ın kuzeyinde de hareketlenmeler ortaya çıkmıştır. Bunlardan Libya’daki gelişmeler en kanlı nitelikte olmuş ve iç çatışmaya dönüşmüştür. Bunu Yemen ve Bahreyn takip etmektedir. Diğer ülkeler, ayaklanma olarak da nitelendirilen bu muhalif hareketleri, reform vaatlerinde bulunma, hükümet değişiklikleri yapma ve bazı iyileştirmeler ortaya koyma gibi girişimlerle bir şekilde tolere etmeye veya geçiş dönemi yönetimleriyle bir yöne doğru sevk etmeye çalışmaktadır.
Ancak Libya’da yaşanan kargaşadan sonra, ordunun bölünmesi ve bir kısmının iktidardan yana tavır alması nedeniyle, bu görevi kimin nasıl üsleneceği ve istikrarın nasıl sağlanacağı hususunda tereddütler bulunmaktadır. Ordunun bir kısmı, muhalifler tarafında olup, bunların mevcudu da gittikçe artmaktadır. Ancak Libya’da ordunun büyük ve güçlü olduğunu da söylemek mümkün değildir. Hatta darbe ihtimaline karşı böyle düzenlendiği de söylenmektedir. Halen iktidarı ayakta tutan ve direnen güçler yarı askeri ve paralı askerlerden oluşan özel kuvvetlerdir. Libya’nın dış temsilciliklerinde mevcut yönetimi tanımayanlar bulunmakta ve bunlara yenileri eklenmektedir. Hükümetten önemli bakanların da muhaliflerin yanında yer aldığı görülmektedir. Kaddafi yaptığı konuşmada yönetimi terk etmeyeceğini beyan ettiği gibi, halkı direnişçilere karşı koymaya da çağırmıştır. Libya’da Kaddafi yanlılarının da bulunduğu dikkate alındığında iç çatışma çıkmaması imkânsızdır. Kaddafi’nin direnmekteki ısrarı, muhalefetin de örgütlü olmaması dikkate alındığında, çatışma ortamının diğerlerinden farklı olarak uzayacağı değerlendirilmektedir.
Kaddafi geçici olarak durumu bir müddet kontrol edebilir. Ancak bu durum, sürekli bir sükûnet ve istikrarın sağlanacağı anlamına gelmemelidir. Ordu içindeki durumun, bundan sonraki gelişmelerin yönünü etkileyeceği düşünülmektedir. Olayların büyümesiyle insan hakları ihlallerinde tırmanma ve katliama dönüşme ihtimali artmıştır. Uluslararası güvenlik, petrol ve insani durumlar dikkate alınarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) bir toplantı yapmış ancak bundan tatminkâr bir sonuç çıkmamıştır.
AB’nin askeri müdahale yapacağına ilişkin haberler olsa da, AB’nin münferit olarak bu konuda karar alacak ve uygulayacak kabiliyette olmadığı dikkate alınmalıdır. BM, ABD-Koalisyon veya BM-ABD-AB-Koalisyon gibi bir başka düzende askeri müdahale olabilir. Ancak bu düzenlemenin kolay ve süratli planlanması ve uygulanması zor görülmektedir. Libya’daki gelişmeler, Türkiye’nin Libya ile olan ticaret hacminin yüksekliği, Libya’da iş yapan Türk şirketleri, iş adamları ve burada çok sayıda Türk vatandaşının bulunması nedeniyle Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmektedir. Bu konuda başarılı tahliye işlemleri gerçekleştirmektedir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da hareketlenmelerin yaşandığı ülkelere genel olarak baktığımızda, bunların İslam ülkeleri oldukları, bir kısmının yönetimlerinin krallık ve emirlik, bir kısmının da cumhuriyet olduğu görülmektedir. Ancak cumhuriyet rejimlerinin gerçek bir demokrasi ile ilgisi bulunmamaktadır. Ortak noktalarının da baskıcı rejimler, ekonomik zorluklar, işsizlik, insan hakları ve özgürlüklerin kısıtlanması olduğu göze çarpmaktadır. Ayaklanma veya muhalif hareketlerin temelinde genelde bu olumsuzluklardan kurtulma bulunmaktadır.
Ortadoğu ülkelerindeki muhalif hareketlerin sebeplerini, genellemelerin dışında aynı görmek de mümkün değildir. Değişkenlik göstermektedir. Bahreyn’deki Şii çoğunluğun Sünni azınlık yönetimine ve Sünnilerin her alanda sahip oldukları imtiyazlara isyanı gibi kendine özgü yapılardan kaynaklanmaktadır. Ancak yine de bir değişim isteği olduğu ve bunu Ortadoğu’da elde etme yolunun başkaldırmadan geçtiği anlaşılmış, uygulandığı ve ısrarlı olunduğu taktirde başarılabileceği de görülmüştür.
Değişim rüzgârının Arap dünyasına yayılması, Ankara’yı son yıllarda izlediği bölgesel politikalar nedeniyle yeni durumlarla ve zorluklarla karşı karşıya bırakmış durumdadır. Ankara Arap ülkelerine açılırken, doğal olarak mevcut liderlerle, rejimlerle iş birliği yapmış ve bu ilişkileri de derinleştirmiştir. Bir gün halkın ayaklanacağı ve durumun bu şekilde gelişeceği, genelde diğer ülkelerde de olduğu gibi, öngörülememiştir. Kurulu düzenlerden yana tavır alınmıştır. Bunu yaparken de haklı olarak kendi çıkarlarına önem vermiş, fakat birçok konuyu da görmemezlikten gelerek evrensel değerlerden uzaklaşmıştır.
Ortadoğu ülkelerinde Türkiye algısının ve sempatisinin yüksek olduğu, çok ses getirdiği, bunun daha çok sokaktaki insanlar üzerinde görüldüğü, ancak gelişmelere bakıldığında ülke yönetimlerini etkileme açısından bu kadar güçlü olmadığı değerlendirilmiştir. Yeni gelişmeler sonucunda bölgede değişim dalgaları oluşmaya başlamış, ülkelerdeki istikrar sarsılmış, liderlerin bir kısmı yönetimi terk etme durumunda kalmış, bir kısmının da durumu belirsizleşmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin yeni durumlara göre yeni politikalar oluşturması zaruri hale gelmiştir.
Türkiye’nin bu politikaları oluştururken geçmişte yaşananları çok iyi analiz etmesi ve özellikle Ortadoğu’daki iç gerginliklerin başında Sünni-Şii gerginliğinin rol oynadığını dikkate alarak bu kesimlere eşit mesafede yaklaşımlar içinde olması önem arz etmektedir. Ortadoğu’da oyun yeniden kurgulanmaktadır. Bu kurgulanmanın da kısa bir zaman içinde gerçekleşeceği düşünülmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin bu yeni oluşumda oyun belirleyici olma kabiliyet ve kapasitesi bulunduğundan elini çabuk tutması gerekebilir.
Ortadoğu’daki gelişmeleri Türkiye ile birlikte ABD ve İsrail’in de merakla izlediği, muhalif hareketlere, ayaklanmalara ve kargaşalara karşı endişeli olduğu gözlemlenmektedir. Çünkü bu ülkelerin, bugüne kadar, özgürlükleri kısıtlayan, insan haklarını dikkate almayan, demokratik olması da mümkün olmayan, hatta baskıcı nitelikteki kurulu düzenden yana tavır alan bir politika izledikleri bilinmektedir. İran ise bu gelişmelerden istifade etmeye çalışmaktadır.
İran, ayaklanmalar sonucunda oluşacak yapılarda, İslami düşüncelerin de yer almasını, hatta İslami yönetimlerin kurulmasını hesaplamaktadır. Ancak İran’daki muhalif hareketlerin artışı, İran yönetimini de endişeye sevk etmeye başlamıştır. Hatta ABD ve İsrail’in, Ortadoğu’daki tüm bu gelişmelerde etkisinin olup olmadığı tartışma konusu yapılırken, olayların rüzgârının İran’a ulaşması ve İran’daki muhalif hareketleri tahrik etmesi yönünde girişimlerde bulunma düşüncesinde olması da yadırganmamalıdır.
İran’ın da bu endişeyi gidermek ve muhalif hareketleri durdurarak içerdeki dayanışmayı sağlayabilmek için, her zaman olduğu gibi, dışarıya karşı sorun ve gerilim yaratma yoluna gittiği görülmektedir. Bu nedenle iki savaş gemisini, bugüne kadar geçişe izin vermeyen Mısır’ın da izin vermesiyle, tatbikat yapmak maksadıyla Süveyş kanalından geçirmiş ve Akdeniz’e ulaştırmıştır. Suriye ile işbirliği içinde olacağı bilinmektedir. Bu durum bölgede gerilim ve tırmanma yaratmıştır. İran savaş gemilerinin Süveyş'ten geçip Akdeniz'e ilerlemesini, İran’ın sadece İsrail'e meydan okuması ve kendi rejimini korumaya yönelik bir hareket olarak değil, aynı zamanda yıllardır rekabet içinde olduğu bölgedeki rejimlere de meydan okuması şeklinde algılamakta da yarar bulunmaktadır.
İsrail de, Türkiye’den sonra Mısır’ı da kaybetmekten çekinmekte, sürecin sonunda Mısır’da İsrail karşıtı, hatta İslami bir rejim olaşabileceği endişesini taşımaktadır. ABD’nin de hem İsrail’in güvenliği, hem de Mısır ile birlikte diğer ülkelerde de aynı gelişmelerin yaşanabileceği yönünde şüpheleri bulunmaktadır. Hatta bunun da ötesinde kökten dinci hareketlere ilişkin kaygılarının olduğu kıymetlendirilmektedir. İsrail, bu durumun yaygınlaşmasından kaygılıdır ve güvenliğini tehdit edeceğini düşünmektedir. Bu kapsamda İsrail Genelkurmay Başkanı tarafından, İsrail’in birkaç cephede savaşmak zorunda kalacağı dile getirilmiştir.
ABD’nin söylem olarak demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi değerleri ön planda göstermesine rağmen, uygulamada ülkelerin rejimlerinin şekliyle uğraşmadığı, bunları görmemezlikten geldiği, kendi kontrolünde olan yönetimlerden taraf olduğu bilinmektedir. Ortadoğu ülkelerinin bir kısmında, daha önceleri, bu derece olmasa da muhalif hareketler olduğu bilinmektedir. Ancak dış güçlerin, mevcut rejimlerle bir sorunu olmadığı, rejimlerin değişmesi halinde kontrolün ellerinden gideceği düşüncesi ile bu hareketleri önledikleri de bir gerçektir.
ABD’nin olayları, soğuk savaş sonlarına doğru başlayan tek kutuplu dünya düzeni içinde hegemon düşüncelerle kontrol altında tuttuğu, ancak 2000’li yılların ortalarından itibaren artık eskisi gibi hükmedemediği ve kontrolünün gittikçe zayıfladığı gözlemlenmektedir. Bu nedenle bölgedeki gelişmelerin Tunus’tan başlamak üzere spontane olarak geliştiği yaygın bir anlayıştır. Gelişmeler spontane olmakla birlikte, sürecin ABD tarafından mümkün olduğu kadar kontrol edilmeye ve şekillendirilmeye çalışıldığını da yadırgamamak gerekir. Bazı ülkelerin bir an önce istikrara kavuşmasını arzu etmesinin yanında, bu ayaklanmaları fırsat olarak değerlendirip istismar ederek, özellikle İran’ın istikrarsızlaşmasına, rejiminin değişmesine imkân yaratmaya çalışması da beklenmelidir.
Gelişmeler, Ortadoğu’daki mevcut baskıcı rejimlere tahammül sınırlarının aşıldığını göstermektedir. Ortadoğu halklarının ve aydınlarının, demokrasi olmadan, toplumsal adalet olmadan, huzurun ve refahın sağlanamayacağı, istikrarın sağlıklı bir zemine oturtulamayacağı, bunun başka bir yolunun da olmadığı gerçeğini artık görmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Ancak bunu sağlamanın da kolay olmadığı bilinmektedir.
Son zamanlarda bu ülkelerin yeniden yapılanmasında Türkiye’yi model almaları yönünde bazı düşüncelerin ortaya çıktığı görülmektedir. “Türkiye Modeli” onların yeniden yapılanmaları için örnek alınacak bir model olabilir. Hatta geçmişte birçok Arap ülkesinin Müslüman ülke Türkiye’yi model olarak aldıkları ve bunun da Atatürk Türkiyesi modeli olduğu görülmüştür. Atatürk modelinin Güney Amerika ülkelerine kadar ilham verdiği de bilinmektedir. Şimdi yine kastedilen bu model mi, yoksa başka bir Türkiye modelimidir. Burada hangi Türkiye modelini örnek alacakları önemli bir konudur.
Mısır’da Mübarek ve yönetimini Kemalist olarak nitelendirenler olmuştur. Hatta Mübarek’in yönetimden gitmesini Kemalizm’in yıkılması olarak ifade edenlere de rastlanmıştır. Ancak bu şekilde düşünenlerin İslami bir yaşam ve idare tarzının Mısır’a gelmesi özlemini çekenler olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk ve ilkelerinin Mübarek ve yönetimi ile kıyaslanamayacağı gibi, uzaktan yakından ilgisinin olmadığı da bilinmelidir. Atatürk’ün milleti ve orduyu yeniden organize ederek ülkeyi emperyalistlerin elinden kurtardığını, yeni bir ulus inşa ettiğini, kuruluş felsefesi ulus devlet, üniter devlet, laik devlet olan bir cumhuriyet kurduğunu dikkate almak gerekir. Hilafeti ve saltanatı kaldırdığını, devrimler gerçekleştirdiğini, devrimlerin yerleşmesini sağladığını ve temelleri sağlam atıldığı için ondan sonra gelenlerin de bunu devam ettirdiğini, kadın-erkek eşitliğini sağladığını, din ve ibadet özgürlüğünü de güvence altına alarak laik bir rejimle demokrasi yolunu açtığını görmemezlikten gelmek mümkün değildir.
Bütün bu modern yaşam tarzı ve muasır medeniyet seviyesine ulaşma yönündeki gelişmeleri, bölgesindeki benzer coğrafya ve benzer kültürlere sahip ülkeler başaramazken, Türkiye’de bunların hangi şartlar altında yapıldığının da hesaba katılmasında yarar görülmektedir. Ancak o zaman Atatürk’ün kıymeti anlaşılabilir.
Arap dünyasındaki liderlerin, ülkelerini katı bir İslam yönetiminden koruma gerekçesiyle kurdukları otoriter rejimlerin, artık son kullanma tarihlerinin geldiği görülmektedir. Ayrıca radikal dinci bir yönetimle halkı baskı altında tutan rejimlerin de sonunun geldiği anlaşılmaktadır. İletişim araçlarının yaygın ve hızlı olduğu bir dünyada artık, insan hakları, özgürlükler, asgari yeterli bir yaşam standardı ve bunları sağlayacak gerçek demokrasinin önemi ve gerekliliği yaygın bir şekilde anlaşılmaya başlamıştır. Türkiye modeli olarak algılanan anlayışta, Türk televizyonlarının Arap ve diğer İslam ülkelerinde yaygın olarak izlenmesinin ve bu nedenle Türkiye’ye karşı bir özenti duyulmasının payının da önemli bir yer tuttuğu düşünülmelidir.
Halkın hemen hemen tamamının Müslüman olduğu, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışını benimseyen ve uygulayan Türkiye’nin önemi bir kere daha ortaya çıkmıştır. Seçimin demokrasinin değişmez ve çok önemli bir vasıtası olduğu bilinmekle birlikte, seçimin adil ve seçmenlerin de demokratik kültür seviyesine ulaşmış olmasının da önemli olduğu bir kere daha anlaşılmıştır. Sadece seçim olmasının, ülkede demokrasi olduğunun bir göstergesi olmadığı, demokrasinin bütün kurallarıyla ve kurumlarıyla işlemesi gerektiği gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmiştir.
Türkiye’nin kuruluş felsefesinden başlayan, hilafet ve saltanatın kaldırılmasıyla devam eden, devrimleri ile modernleşen, devrimleri zaman içinde yerleşen, kadın-erkek eşitliğini gerçekleştiren, en azından Tanzimat ile başladığı kabul edilen ve cumhuriyet döneminde çok partili sisteme geçişle ilerlemesine devam eden ve geçirdiği evrelerle gelişen demokrasisiyle bütünleşen laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışında bir sisteme sahip olduğu dikkate alınmalıdır.
Zaman zaman bazı olumsuz gelişmeler olsa da sistem, kendi kendini onarabilme kabiliyetine sahip olacak kadar sağlam temeller üzerinde olduğunu göstermiştir. Bunun için ülkemizin bu yapısının ve oluşan sağlam sisteminin kıymeti bilinmeli, Türkiye Arap halkları ve Ortadoğu ülkeleri için örnek olarak alınmak isteniyorsa, bu nitelikleriyle örnek alınmalıdır. Aksi takdirde Türkiye, kabul edemeyeceğimiz bir model olmaya zorlanır.