Ortadoğu Barışında İbre Körfez’den Türkiye’ye Dönüyor

ABD başkanı Donald Trump 2018 yılında Obama’dan görevi devraldığında en iddialı dış politika konularından biri, Filistin meselesine kalıcı çözümü getirecek kapsamlı Ortadoğu barış planı hazırlamak olmuştur. Bu amaçla adına “Asrın Barış Anlaşması” denilen bir taslak hazırlanmış ve bu barış planından birinci derecede sorumlu kişi olarak da damadı ve baş danışmanı Jared Kushner atanmıştır. Aradan geçen uzun zamana rağmen bu barış planının detaylarına dair çok az bilgi kamuoyu ile paylaşılmış bulunmaktadır.

27 Şubat 2019 Çarşamba günü Jared Kushner’in Ankara’ya yaptığı ziyaret ilgili tüm tarafların dikkatini çekmiştir. Bu ziyaret sırasında ikili ilişkilerin değerlendirildiği duyurulsa da Filistin sorununun görüşmede ele alınacak en temel meselelerden biri olduğu, Kushner’in bu ziyaret öncesi Sky News Arabia’ya yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır.

ABD’nin Ortadoğu Barışına Dair Değişen Perspektifi
Trump yönetiminin uzun süredir üzerinde çalıştığı barış planı için bugüne kadar daha çok BAE-Suudi ekseni ile müzakere ederken, bugün Ankara ile görüşmeler yapma ihtiyacı hissetmesi uluslararası çevreler tarafından ilgiyle takip edilmekte. Çünkü uluslararası kamuoyu bugüne kadar Ortadoğu barış planına dair gelişmeleri ve ayrıntıları genellikle Muhammed bin Selman (MbS), Muhammed bin Zayed (MbZ) ve Jared Kushner üçlüsünden duymaktaydı. Kushner’in Ankara’ya yaptığı bu ziyaret; Ne oldu da ABD, “Asrın Barış Anlaşması”nı Türkiye ile müzakere etme ihtiyacı hissetti? Bu yeni durum Ortadoğu siyasetinde yaşanan hangi gelişmelerle bağlantılı? Gelecekte bölgede kurulacak politik düzen hangi dinamikler tarafından şekillendirilecektir? sorularını akla getirmektedir.

Her halükârda, yaşanan tüm bu gelişmeler küresel ve bölgesel çapta Filistin sorununa dair yaklaşımda kapsamlı bir değişimi işaret etmektedir. Uzun süredir kamuoyuna “Asrın Barış Anlaşması” olarak sunulan plandan birinci dereceden sorumlu olan Kushner’in ziyaretinin, Türkiye’ye ilk ziyareti olması bile küresel ve bölgesel çaptaki bu değişimi anlamak için yeterlidir.

Son Dönemde Yaşanan Gelişmelerin Ortadoğu Bölgesel Güç Denklemine Etkisi
Son dönemde Ortadoğu bölgesinde yaşanan birtakım gelişmeler Türkiye’nin bölgesel gücünü artırırken statüko yanlısı bloğu temsil eden BAE-Suudi eksenin bölgesel gücünü önemli ölçüde zayıflatmıştır. Temelde bu gelişmeleri üç başlık altında inceleyebiliriz:

İlk neden Yemen’de yaşanan insani kriz ve Kaşıkçı cinayeti sonrası BAE-Suudi ekseninin hem Ortadoğu’da hem de uluslararası platformlarda yaşadığı güven ve itibar kaybıdır. Hem Yemen Savaşı sürecinde uluslararası kamuoyuna yansıyan insani trajediler hem de Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda dünyaca tanınan bir gazeteci olan Cemal Kaşıkçı’nın Suudi rejimine bağlı görevliler tarafından öldürülmesi ve bütün bu yaşananların uzun süre gündemin ön sıralarında kendine yer bulması BAE-Suudi ekseninin itibarını ciddi bir biçimde yaralamıştır. Her iki olay sonrasında başta Batı kamuoyu olmak üzere tüm dünyadan tepkiler yükselmiş, artan kamuoyu baskısı birçok devleti BAE-Suudi ekseni ile olan ilişkilerini sorgulamaya ve başta silah satışları olmak üzere askeri alandaki işbirliklerini gözden geçirmeye sevk etmiştir. Burada Yemen savaşının BAE-Suudi ekseni açısından diğer bir önemli sonucu da statükocu bloğun bölgesel krizleri, hele de bu krizlerin çözümü askeri kapasiteye dayanıyorsa, kendi imkanları ile aşmalarının olanak dışı olduğunu göstermiş olmasıdır. Çünkü Yemen’de statükocu blok askeri, diplomatik ve ekonomik kaynaklarını seferber etmesine rağmen 2019 yılı itibariyle, kendi lehlerine politik bir sonuç elde edememiştir. Yemen Savaşı sırasında statükocu bloğun sergilediği başarısız performans ABD’nin bölgesel politikalarda sadece Körfez bloğuna dayanma politikasını sorgulamasına yol açmıştır.

Türkiye bu süreçte bir taraftan Kaşıkçı cinayetinden sorumlu olanların adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamak için üzerine düşeni yerine getirmeye çalışırken diğer taraftan Yemen’de yaşanan insani krizin çözümü için diplomatik girişimlerde bulunmuş, bölgeye insani yardımlar göndererek krizin derinleşmesini engellemeye çalışmıştır. Hem Kaşıkçı cinayeti sırasında hem de Yemen’de yaşanan insani kriz ile ilgili olarak takip ettiği bu politika Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel gücünü ve Ortadoğu halkı nezdindeki saygınlığını BAE-Suudi ekseni aleyhine artırmıştır. Ayrıca Türkiye son dönemde hem “Fırat Kalkanı” hem de “Zeytin Dalı” operasyonlarında sergilediği performans ile bölgede askeri kapasiteye dayalı krizleri aşma konusundaki gücünü göstermiştir. Bölgede BAE-Suudi ekseni ciddi askeri kapasite sorunları yaşarken Türkiye’nin sergilediği bu yüksek performans bölgesel krizlerin çözümünde Türkiye’yi, BAE-Suudi ekseni aleyhine ön plana çıkarmıştır.

BAE-Suudi ekseninin bölgesel gücünü sınırlayan ikinci gelişme son dönemde gerileyen petrol fiyatlarına karşın artan savunma harcamalarının ekonomileri üzerinde oluşturduğu baskıdır. 2000’li yılların başlarından 2014 yılı ortalarına kadar çok yüksek seyreden petrol fiyatları, ekonomik aktivitelerin büyük ölçüde petrole bağımlı olduğu BAE-Suudi ekseninin bölgesel gücünü önemli ölçüde artırmıştı. Ancak son dönemde petrol fiyatlarında ciddi düşüşlere tanık olmaktayız. Bu süreçte petrol fiyatlarında uzun süreli düşüşlere sebep olan beş temel gelişmeden bahsedebiliriz: Trump’ın Suudi Arabistan’a petrol fiyatlarını aşağı çekmesi yönünde yaptığı baskılar, ABD ve Rusya’nın bu dönemde tarihlerinin en yüksek petrol üretim seviyesine ulaşmaları, İran ambargosunu hafifleten muafiyetler, Almanya ve Çin gibi önemli ekonomilerde yavaşlama sinyallerinin görülmeye başlaması, OPEC içerisindeki bölünmüşlük ve kuruluşun tek başına petrol fiyatlarını belirleme konusundaki yetersizlikleri.

Tarihsel olarak BAE-Suudi eksenin bölgesel ve uluslararası meselelerdeki etkinliği ile petrol fiyatlarının düzeyi arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Petrol fiyatlarındaki uzun süreli yükselişler finansal rezervlerde bir şişkinliğe yol açtığından BAE-Suudi ekseni böyle zamanlarda daha aktif bir dış politikaya yönelmektedir. Ancak petrol fiyatlarındaki uzun süreli düşüşler ekonomik zayıflamaya sebebiyet verdiğinden böyle durumlarda BAE-Suudi ekseni dış politikada daha uzlaşmacı tavır benimsemekte, iç politikada ise reformlara yönelmektedir. Tüm bunlara ilaveten uzun süren ve çok ciddi ekonomik kaynakların sarf edildiği Yemen Savaşı BAE-Suudi eksenin azalan ekonomik kaynaklarını daha fazla tüketmektedir. Yakın gelecekte, petrol fiyatlarının düşük seyredeceği varsayımı ile Yemen Savaşı’nın yüklediği ağır ekonomik maliyetin BAE-Suudi eksenin iç politikasında ve dış politikasında yansımaları görülmeye başlayacaktır. Gerileyen petrol fiyatları gelişmiş bir endüstriyel kapasiteye sahip olan Türkiye’de girdi maliyetlerini düşürerek son dönemde Türkiye’de yaşanan döviz krizinin derinleşmesini engellemiş, BAE-Suudi ekseninin aksine, Türkiye’nin bölgesel gücünde bir azalmaya yol açmamıştır.

Son olarak, Mısır eski Cumhurbaşkanı Nasır’dan sonra Ortadoğu bölgesi karizmatik bir liderden yoksun kalmıştır. Nasır’ın, 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştirerek İngiltere ve Fransa’ya kafa tutması ile başlayan popülaritesi ve temsil ettiği değerlerin muhafazakâr Arap rejimleri üzerinde oluşturduğu tedirginlik Araplar arasında bir soğuk savaşa (Arab Cold War) neden olmuştur. Bu süreçte Nasır, başlattığı, İsrail’in varlığını sorgulayan, anti-emperyalist propaganda savaşıyla “gerici rejimler” diye isimlendirdiği monarşilerin despotizmini eleştirmiş, Arap toplumunu kendi yöneticilerine karşı harekete geçmeye çağırmak suretiyle başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgedeki devletlerin içi işlerine müdahale etmeye başlamıştır. Öyle ki bu süreçte bölge genelinde geniş bir toplumsal kesim kendi liderlerinden ziyade Nasır’a sadakat duymaya başlamıştır. Nasır’ın devrimci çağrısı çoğu Arap ülkesindeki aydınlar, askerler ve hatta hanedan üyeleri arasında bile karşılık bulabilmiş, Irak’ta (1958), Yemen’de (1962), Libya’da (1969) genç subaylar bu çağrıya kulak vererek monarşileri deviren askeri darbeler gerçekleştirmişlerdir. Bu süreçte Suudi Arabistan’da bile 1955, 1957-59, 1962 ve 1969 yıllarında başarısız darbe teşebbüsleri olmuştur.

Son dönemde Türk dış politikasının başta Ortadoğu olmak üzere küresel meselelerde takındığı tutum bölge genelinde ülkenin yumuşak gücünü artırarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a haklı bir şöhret kazandırmıştır. Erdoğan’ın, temsil ettiği değerler ve Ortadoğu bölgesinde statükocu ülkelerin eksikliğini hissettiği, karizmatik lider profili Türkiye’nin bölgesel meselelerdeki ağırlığını artırmıştır. Başta Filistin meselesi olmak üzere bölgede ABD, İsrail ve BAE-Suudi ekseni tarafından tanımlanan statükoya Erdoğan’ın yüksek perdeden yaptığı itirazlar, kitle iletişim araçlarının son derece yaygınlaştığı günümüzde, Ortadoğu ülkelerindeki rejimler ile halkları arasındaki uçurumu derinleştirme potansiyeli taşımakta ve bölgedeki statükocu bloğa Nasır dönemindeki “Arap Soğuk Savaşı” günlerini hatırlatmaktadır. Özellikle BAE-Suudi ekseninin son dönemde İsrail ile alenileşen normalleşmesi bölge halkları nezdinde Filistin davasına sahip çıkan Erdoğan’a sempatiyi iyice artırmıştır. Güncel araştırmalar ortaya koymaktadır ki, çoğu Ortadoğu ülkesinde halklar, kendi liderlerinden ziyade Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sempati beslemektedirler. ABD, İsrail ve bölgedeki en önemli müttefikleri olan BAE-Suudi ekseninin benimsediği bölgesel statüko karşısında İran’ın kendi politikası gereği benimsediği statüko karşıtı tavrı ve Arap Baharı sürecinde bölgedeki halklar nezdinde artan politik nüfuzu da göz önüne alındığında, ABD nezdinde Türkiye’nin önemi artmıştır.

İsrail ile normalleşen ilişkiler, bölgedeki rejimler ile kendi halkları arasındaki uçurumu derinleştirmiş, BAE-Suudi ekseninin bölgesel gücünü zayıflatmıştır. BAE-Suudi ekseni “Arap Baharı” süreciyle gelişen insan hakları ve demokrasi temelli değişim taleplerini kendi rejimlerinin güvenliği için tehdit olarak algılamıştır. Bu algı BAE-Suudi eksenini başta Mısır olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde toplumsal talepleri sindirmeye ve otoriter rejimleri tahkim etmeye sevk etmiştir. Bu süreçte bölge genelinde statüko yanlısı otoriter rejimler ile değişim talep eden halk arasında zaten bir uçurum oluşmuştu. Ancak yaşanan güvensizlik duygusu ve kendi rejimlerini koruma güdüsü BAE-Suudi eksenini İsrail ile yakınlaşmaya ve alenileşen bir normalleşmeye yöneltmiş, bu yeni durum var olan uçurumu iyice derinleştirmiştir.

Şubat ayı ortalarında Varşova’da düzenlenen, ABD, İsrail ve BAE-Suudi ekseninin liderlik ettiği Körfez ülkelerinden de üst düzey katılımın olduğu İran karşıtı konferansta Bahreyn Dışişleri Bakanı Halid bin Ahmet el-Halife’nin; “İran tehdidi ile mücadele etmek, Filistin davasından daha önemlidir.” şeklindeki konuşması, BAE-Suudi ekseni ile İsrail’in güvenlik algıları arasındaki yakınlaşmayı göstermesi açısından önemlidir. Bu konuşmanın İsrailli yetkililer tarafından kamuoyuna sızdırılması ise konuşmaya maksadı aşan bir mana katmıştır.

Son dönemde BAE-Suudi ekseni ile İsrail arasında alenileşen bu yakınlaşmanın en önemli sonuçlarından biri hiç şüphesiz, Ortadoğu barışının önündeki en büyük engel olarak İsrail’i gören, Ortadoğu halkları ile mevcut statüko yanlısı rejimler arasındaki uçurumun derinleşmesi olmuştur. BAE-Suudi ekseni ile İsrail arasındaki bu yakınlaşmanın başta Mısır, Cezayir ve Sudan olmak üzere bölge genelinde artan toplumsal hoşnutsuzluklarla, yükselen rejim karşıtı gösterilerle aynı döneme denk gelmesi ve Arap Baharında ikinci dalganın geliştiğine dair beklentiler BAE-Suudi ekseninin bölgesel gücünü önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bu süreçte, geçmişte olduğu gibi, Filistin davasını her platformda güçlü bir şekilde savunuyor olması Türkiye’nin bölgesel gücünü ve Ortadoğu halkları nezdindeki itibarını artırmış, ABD, İsrail ve BAE-Suudi eksenini tek taraflı adım atma konusunda tereddüde sevk etmiştir.

Türkiye’nin Ortadoğu Siyasetindeki Oyun Kurucu Rolü Küresel ve Bölgesel Aktörlerce Benimseniyor
Her üç durumda da BAE-Suudi ekseninin bölgesel gücü zayıflarken Türkiye’nin bölgesel gücü artmıştır. Sonuç olarak geçmişte “Ortadoğu’da Suriye’siz savaş, Mısır’sız barış olmaz.” şeklindeki özdeyiş artık “Türkiye’siz barış olmaz.” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmıştır. BAE-Suudi ekseni, mevcut politik vizyonla, bölgesel meselelerde tek başına ve kendi lehine bir çözümü dayatma ve bu çözümü bölge genelindeki aktörlere kabul ettirme kapasitesinden yoksundur. BAE-Suudi ekseni hem Katar krizinde hem de Yemen İç Savaşı’nda kendi kapasitesini sınamış ve her iki krizde de kendi lehine politik bir düzen kurmada başarısız olmuştur.

ABD yönetiminin Kushner’i Ankara’ya göndererek Filistin sorununa çözüm bulmak için geliştirdiği “Asrın Barış Anlaşması”nı Türkiye ile müzakere etme ihtiyacı hissetmesi, Türkiye’nin bölgede oyun kurucu rolünün en yüksek perdeden ifadesinden başka bir anlam taşımamaktadır. ABD’nin bu hamlesi de göstermektedir ki Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin razı olmadığı bir politik düzeni kurmak da sürdürmek de olası değildir. Türkiye bölgesel meselelerdeki temel hak ve hürriyetleri önceleyen insani duruşunu değiştirmediği sürece bölgede kurgulanmak istenen hiçbir oyun tutmayacaktır. ABD’nin bugün anladığı bu gerçeği BAE-Suudi ekseni de çok yakında anlayacaktır.