Tahran-Riyad Çatışması Bağdat’ta Çözülebilir mi?

Irak'ta yaşanan büyük sıkıntılara ve protestolara rağmen Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi’nin zirve diplomasisi bütün hızıyla devam etmektedir. Bağdat İş Birliği ve Ortaklık Konferansı, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da katılımıyla 28 Ağustos’ta gerçekleştirilmiştir. İran Dışişleri Bakanlığı, Bağdat’ta İran ile Suudi Arabistan arasında yeni bir görüşme olmadığını ifade etse de bu yılın ocak ayından bu yana iki ülke arasında Irak’ın arabuluculuğu devam etmektedir. Ancak ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin ardından, Levant’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan, Ortadoğu’yu Şii-Sünni ve Arap-Fars ayrımıyla kutuplaştıran ve bölgenin en istikrarsızlaştırıcı ve tehlikeli rekabeti olarak görülen Tahran-Riyad rekabeti yeni bir alana daha taşınabilir.

Bilindiği üzere, Irak birkaç aydır İran ile Suudi Arabistan heyetleri arasındaki görüşmelere ev sahipliği yapmaktadır. Henüz somut sonuçlar elde edilemese de taraflar ilerleme kaydedildiğini ifade etmektedirler. Ancak İran-Suudi Arabistan rekabetinin onlarca yıllık geçmişi, jeopolitik gerekçeleri ve kültürel/dinî arka planı da düşünüldüğünde birkaç heyet ya da zirve toplantısıyla sorunların kısa sürede çözülemeyeceği ve bunların Afganistan gibi istikrarsızlaşan alanlara da sıçrama olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Uzun süredir devam eden Suudi-İran rekabeti; Arap Baharı’nın ardından Suriye ve Yemen'de iç savaşın başlaması ve 2015 yılında İran ile P5+1 arasında imzalan nükleer anlaşmayla tırmanırken, İran destekli Husiler’in 2019’da Suudi petrol tesislerine yönelik askerî saldırılarıyla tehlikeli bir noktaya ulaşmıştır. Şu an iki ülke Yemen'de karşı karşıyayken Irak ve Lübnan'da da karşıt pozisyonlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Ayrıca Afganistan iki ülke arasında yeni bir çatışma alanı olabilir.

İran'ın Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi ve Mahmud Ahmedinejad dönemlerinde takip ettiği Suudi Arabistan'a yönelik yumuşama arayışını Arap Baharı ile birlikte değiştirdiği ve sert şekilde Suudi Arabistan’ı hedef alan bir çevreleme-sınırlandırma stratejisi benimsediği ve bunu hâlâ sürdürdüğü görülmektedir. Suudi Arabistan’ın Katar kriziyle Körfez bölgesinde hegemonik güç olma arayışına Türkiye ile birlikte ket vuran İran, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) içinde oluşan stratejik çatlağı kullanmayı başarmış, aynı zamanda Yemen’de de Suud’un gücünü tüketme stratejisi izlemiş, Husiler’e verdiği füze desteğiyle Suudi Arabistan topraklarını hedef hâline getirmiş, dışarda ise Suudi Arabistan’ın etki alanını hedef almıştır. Dahası, mevcut bölgesel kaos İran'ın bazı alanları kontrol altına alması için yeni fırsatlar sunmuştur. Suudi Arabistan ise bu dönemde tutarlı bir strateji geliştirmekten ziyade Donald Trump döneminde ABD desteğine dayanan İran karşıtı bir blok oluşturmaya çalışmış, İran ile ABD arasındaki gerilimin tırmanmasına güvenmiştir. Ancak Joe Biden’ın gelmesinden ziyade Trump’ın gitmesi, başka faktörlerle de birlikte düşünüldüğünde Suudi yönetimini bir dış politika dönüşümüne zorlamaktadır.

İki ülke arasında normalleşmeye dair görüşmeler devam etse de sonuçta İran ve Suudi Arabistan’ın beklentileri farklılık göstermektedir.  Tahran, ABD ile ilişkilerinin geldiği boyut nedeniyle taktiksel bir yaklaşımla İran-Suudi ilişkilerinin normalleşmesine olumlu bakarken, Riyad güvenlik endişelerinin giderilmesini, özellikle de Yemen'de sınır ötesi saldırıları sona erdirecek bir çözüm istemektedir. Buna göre Suudiler gerçek tavizler isterken, İran ise Irak ve Yemen konusunda sınırlı tavizlerle direnmektedir. Bu açıdan İran, Suudi Arabistan tarafından somut adımlar görmeden rakibinin endişelerini gidermek istememektedir. Ayrıca Suudi Arabistan’ın devlet aklı, İran'ın ne istediğini bilmesine rağmen o kadar da net değildir. Zira ABD’nin bölgesel politikalarının nereye gittiğine dair belirsizlik, İran’ın varacağı muhtemel bir anlaşmasının ayrıntıları, Irak'taki ABD askerî varlığının geleceği ve ABD iç dinamiklerindeki Suudi Arabistan’a ve Muhammed bin Selman’a yönelik yönelik tutum, durumu daha karmaşık hâle getiriyor. Bu tür bir belirsizlik, Suudi devlet aklının mevcut durumda kapsamlı bir anlaşma yapma gereğine olan inancını sarsıyor.

Afganistan Yeni Çatışma Alanı mı?
Taliban, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin Afganistan’ı işgalinden önce İran’ın en azılı düşmanıydı. Ancak izleyen dönemde Taliban’dan kurtulan İran’ın, kuşatılmışlık hissiyle ABD’ye karşı bu grup ile ilişkilerini geliştirdiği bilinmektedir. 2018 yılından itibaren Taliban ile Tahran arasında birçok görüşme gerçekleştirilmiştir. Tahran’ın, mevcut konjonktürde Taliban ile olan ilişkisinin meyvelerini toplamak için iyi bir konumda olduğu söylenebilir. Zira İran ile Taliban arasında bazı mutabakatların olduğuna dair iddialar söz konusudur. İran'ın Taliban'dan Şiilerin korunacağına dair güvence aldığı, ayrıca Kasım Süleymani’nin 2015 yılında Taliban ile kişisel olarak anlaşmalar yaptığı ve Devrim Muhafızlarının Taliban militanlarına eğitim verme ve finansal destek sağlama sözü verdiği kaydedilmektedir.

Suudi Arabistan tarafına bakılacak olursa; 1990'larda uluslararası toplumdan izole edilen Taliban’ı Pakistan ile birlikte Abu Dabi ve Riyad tanımaktayken, ABD işgaline verdiği destekle birlikte bu iki Körfez ülkesi Taliban ile ilişkilerini kökünden koparmış ve Taliban karşıtı cephede yer almıştır. Taliban’ın 15 Ağustos'ta Kabil’i hızlı bir şekilde ele geçirmesinin ardından, ABD ve diğer batılı misyonlarla birlikte Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) büyükelçilikleri de hızla ülkeyi terk etmişlerdir. Ayrıca Abu Dabi'nin kaçan eski Afgan Cumhurbaşkanı Eşref Gani'yi “insani gerekçelerle” ülkesine kabul etmesi, BAE ile Taliban arasında çekişme olduğuna dair bir kanıt olarak okunabilir. Katar ve İran’ın Taliban ile geliştirdiği ilişkiler Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni rahatsız etmektedir. Mevcut durum bu iki Körfez ülkesini Afganistan’da farklı muhalif grupları desteklemeye itebilir. Ayrıca Afganistan’da gruplar arası çatışma olması hâlinde yaşanacak bir kaos İran’ı göç ve terör konusunda uğraştırabilir, bölgeye yönelik ilgisini bölebilir. Bu, Suudi Arabistan ve BAE açısından istenir bir sonuçtur. Ancak Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz ve İran kaynaklı güvenlik sorunları, İran’a karşı böyle bir maceraya atılma konusunda temkinli yaklaşmasına neden olacaktır. BAE için durum elbette farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla İran-Suudi Arabistan normalleşme görüşmelerinin seyri buraya da olumlu ya da olumsuz yansıyacaktır.

Ancak iki ülke arasında bir normalleşme için, üst düzey yetkililerin görüşmesinin ötesinde çok yönlü bir çaba gerekmektedir. Kararların tepeden alındığı bir bölgede, aşağıdan yukarıya barış inşası çatışma yönetimi için genellikle benimsenen bir yol olarak kabul görmese de asıl inşa edici olan yöntem budur. Eğitim değişimleri, kültürel farkındalık projeleri, spor ve sanat etkileşimleri yoluyla popüler düzeyde değişimleri teşvik etmek, ön yargıları yıkmak, sürdürülebilir bölgesel değişim süreçleri başlatmak kritik önemdedir. İhtiyatla söylemek gerekir ki yıllardır devam eden Tahran-Riyad çatışmasının kısa sürede normalleşme ile sonuçlanması ulaşılır bir hedef olmamakla birlikte gerilimleri azaltmak ve bölgesel istikrarı desteklemek iki ülke için de acil ihtiyaçtır. Dolayısıyla iki ülke yetkilileri Bağdat’ta kesin bir çözüme ulaşamayacak olsalar da bu süreç gerilimin azaltılmasına ve bölgesel istikrara katkı sağlayabilir.