Trump’ın Ortadoğu Vizyonunun Şifreleri

ABD’nin ilk dört yüz zengini içinde yer alan ve Amerikan televizyonlarında on dört sezon boyunca Çırak programı ile popüler kültürün parçası haline gelen Donald J. Trump, başkan adayı olmaya karar verdiğinde ABD’de alaycı bir tavırla karşılandı. Şımarık, zengin adamın boş hayali olarak görülen başkanlık arzusu gerçekleştiğinde dahi ABD’nin ana akım medyası ve yerleşik nizamı buna inanmak istemedi. Ancak geriye dönüp bakıldığında Trump’ın adım adım bu son aşamayı planladığı anlaşılıyor. Televizyon üzerinden geniş kitlelere ulaşan ve tanınırlığını artıran, aynı zamanda toplumun ana dinamiklerini rating sistemi vesilesiyle kavrayan ve “kovuldun” demek suretiyle karar alma mekanizmasının nasıl işlediğini gösteren bir profil söz konusu. O sebeple adaylık sürecinden bu yana özellikle ana akım medyanın karikatürize etme çabaları ile şekillenen algıyı bir kenara bırakıp, onun başkanlık stratejisini ve dış politika perspektifini objektif bir bakış açısı ile analiz etmek gerekir.

Bu noktada Donald Trump’ın başkanlık için yürüttüğü kampanya süreci bize büyük bir ipucu vermektedir. Trump, neredeyse tüm kampanya döneminde Başkan Obama’nın ve Dışişleri Bakanlığı yapan rakibi Hillary Clinton’ın yetersizliklerine dikkat çekti. Rusya Kırım’ı ilhak etmek suretiyle Karadeniz’de ve Suriye’ye müdahil olmak suretiyle Akdeniz’de ilk kez varlık gösterdi. Dolayısıyla Trump, kendisine isnat edilen Rusya ile işbirliği iddialarının anlamsızlığını ortaya koymak için Rusya’nın giderek artan gücünün müsebbibinin Obama ve Clinton olduğunu  tüm kampanya döneminde  vurguladı. Bunun dışında Trump’ın kampanya sürecinde önemli bazı dönüm noktaları vardır. Henüz Cumhuriyetçiler arasındaki aday adaylığı devam ederken katıldığı Mart 2016’daki AIPAC Yıllık Toplantısı oldukça önemlidir. Konuşması tüm salon tarafından ayakta alkışlanan tek aday olması bile, Trump’ın hedef kitlesi ve söylemleri açısından bir göstergedir. ( https://www.youtube.com/watch?v=SYqzOSpgs_I ) Trump bu toplantıda konuşmasının neredeyse tamamını İran ve 5+1 ülkeleri arasında yapılan Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) eleştirisi üzerine kurmuş, İran’ı dünya siyasetini ve güvenliğini tehdit eden en önemli ülke olarak tanımlamış, böylelikle başkanlık döneminde İran’la yapılan nükleer anlaşmanın sona erdirilmesi için çalışacağını ve İsrail’in güvenliği konusunu odağına alacağını ortaya koymuştur.

Kampanya dönemindeki önemli evrelerden bir diğeri, ABD seçim kampanyalarının olağan prosedürlerinden biri olan üç TV tartışması olmuştur.  Nitekim Hillary Clinton ile yaptığı üç televizyon tartışmasında da Çin’in giderek artan küresel ölçekli gücü ve bunun sınırlanması gerekliliği vurgusunu yapmıştır. Bu bağlamda Bill Clinton döneminden miras kalan küresel ekonomi anlayışını eleştirmiş, serbest ticaret anlaşmalarının Çin’in elini kuvvetlendirdiğini söylemiş, başkanlık döneminde bu sistemi revize edeceğini net bir şekilde ifade etmiştir. Ortadoğu açısından dikkat çektiği konular ise İran ve İsrail mevzularının dışında özellikle Suriye konusu olmuştur. Bu noktada Obama döneminden başlayan yerel unsurları silahlandırma faaliyetini eleştirmiş, IŞİD tehdidinin bir an önce sona erdirilmesi için inisiyatif alınacağını ve bunun için gerekirse Rusya ile işbirliği yapılabileceği vurgulamıştır. Bu bağlamda 2013 Irak Savaşı’nı ve neoconları da eleştirmiş, Irak Savaşı’nın bölgedeki istikrarsızlığın temelini attığını söylemiş, bunun devamında Obama’nın gereken düzeni tesis etmeden Irak’tan çekilmesini hatalı bulduğunu belirtmiştir.  Radikal İslam ile mücadele konusu da Trump’ın önemli kampanya vurgularından biri olmuştur. Radikal İslam ile tam olarak neyi kastettiği anlaşılmasa da bölgede önemli müttefikler arasında Suudi Arabistan’ın adı zikredilmek suretiyle radikal İslam kotasına İran bağlantılı Hizbullah ve Suudi Arabistan’ın hedefinde yer alan Müslüman Kardeşler hareketinin yer aldığı anlaşılmıştır.

 

Trump’ın Ortadoğu Politikası Ne Vadediyor?

20 Ocak 2017’den bu yana fiili olarak ABD’nin kırk beşinci başkanı olan Trump’ın önceliği iç politika açısından büyük öneme sahip olan ekonomiye verdiğini, bu bağlamda vergi indirimi yasasının geçmesi için yoğun mesai yaptığını ve kongrede yasanın geçme sürecindeki zorlukları minimuma çekmek adına iddialı dış politika açılımlarından geri durduğunu söyleyebiliriz.  Ancak yasanın geçmesi de Trump’ın elini yeterince kuvvetlendirememiştir, zira başkan olduğundan bu yana dış politika karar alma mekanizmalarının tepe noktalarını oluşturan dışişleri bakanlığı, ulusal güvenlik danışmanlığı gibi önemli mevkileri arka arkaya değiştirmek zorunda kaldı. Bunun kişisel gerekçeleri olmakla birlikte, en önemli gerekçenin hala Trump ve müesses nizam arasında süren çekişme olduğu söylenebilir. Özellikle dışişleri bürokrasisi ve Pentagon ile büyük sıkıntılar yaşandığı net bir şekilde görülüyor. Arka arkaya yapılan görevden alma ve yeniden atanmaları bu perspektiften değerlendirmek doğru olacaktır. Ancak tüm bunlara rağmen Trump’ın seçim vaatleri olarak da yorumlayabileceğimiz dış politika söylemlerini belli noktalarda hayata geçirmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu noktada ilk dış ziyaretini Suudi Arabistan’a yapması ve bunun akabinde İsrail’e gitmesi oldukça önemlidir. Trump’ın Ortadoğu politikasının iki ayağı vardır: Bunlar Basra Körfezi ve Levant bölgesidir. Basra Körfezi’nde Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile işbirliği esastır. Levant’ta ise İsrail’in güvenliği ve de Suriye’de giderek artan Rusya ve İran nüfuzunun yok edilmesi önceliklidir.

Basra Körfezi siyasetine daha detaylı bir şekilde bakacak olursak burada bir devamlılık olduğunu görüyoruz. 2004 NATO Zirvesi’nde “İstanbul İnisiyatifi” ile başlayan ve odağına KİK’i alan süreç, Trump’ın yaptığı ilk dış gezide pekişmiş, ve ilk kez net bir şekilde bir Arap NATO’su kurulması fikri dile getirilmiştir. Burada öncelikli hedefin İran’ın çevrelenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bir başka hedef daha vardır ki o da enerji ihtiyacını büyük oranda Basra Körfezi ülkelerinden sağlayan Çin’in çevrelenmesidir. ABD bölgede Suudi Arabistan başta olmak üzere KİK üyesi tüm devletler ile yakın ilişki kurmak suretiyle kendisi petrol ithalatına bağımlı olmaktan çıkmasına rağmen, küresel ekonomide en büyük rakibi olan Çin’i kontrol altına alma stratejisi içindedir. Dolayısıyla Basra Körfezi’nde hassas bir denge gütmektedir. Nitekim Suudi Arabistan ve Katar arasında çıkan krizde de yüksek perdeden bir tavır almamış, olabildiğince tarafları itidalli olmaya çağırmıştır.

Trump’un Levant’ta önceliğinin İsrail olduğu, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma vaadiyle iyice netleşmiştir. Ancak hala net olmayan mevzu İsrail-Filistin meselesinde iki devletli bir çözüm mü yahut tek devletli bir çözüm mü istediğidir. Suriye politikasında ise daha karmaşık bir durum söz konusudur. Suriye’de IŞİD tehdidinin ortadan kalkmasını temel hedef olarak ortaya koyarken, bu konuda gerekirse Rusya ile işbirliği yapılabileceğini söylemiş, ancak ülkedeki yerleşik bürokraside ve Cumhuriyetçilerin büyük kısmında dirençle karşılaşmıştır. Bu noktada Trump söylem olarak Suriye’de yerel unsurların silahlandırılmasını eleştirmiş olsa da CENTCOM’un YPG’yi silahlandırma politikasına itiraz etmemiş, Türkiye’yi karşısına almıştır. ABD kamuoyuna IŞİD tehdidinin bittiğini ilan etmek adına Türkiye gibi önemli bir müttefikle ciddi bir krizin eşiğine gelinmiştir.

 

Türkiye-İran-Rusya Yakınlaşması ve ABD’nin Stratejisi

Obama döneminde JCPOA’nın çıkması pahasına Rusya ve İran’ın Suriye’de nüfuzlarının artmasına göz yumulması, Trump dönemine miras kalan en karmaşık sorunlardan biridir. Trump’ın John Bolton’ı ulusal güvenlik danışmanı ve Mike Pompeo’yu Dışişleri Bakanı olarak ataması bu konuya odaklanacağının işareti olarak görülebilir. Zira her iki isim de özellikle Türkiye’nin Rusya ve İran ile Suriye’de ortak hareket etmesinden rahatsızdır. Özellikle Türkiye ve İran’ın IKBY referandumundan başlamak suretiyle Suriye konusunda büyük yol almaları ABD’nin en önemli itiraz noktasını oluşturmaktadır. Ancak burada sorun Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve son olarak Zeytin Dalı Operasyonu ile ortaya koyduğu üzere, Suriye’yi tamamen ulusal güvenlik ekseninde değerlendirdiğinin ve kırmızı çizgisinin PKK-YPG hattı olduğunun anlaşılamamış olmasıdır. ABD, Türkiye’den İran ve Rusya’ya mesafe koymasını beklerken karşılığında Türkiye’nin hassasiyetine dönük hiçbir açılımda bulunmamaktadır.

Öte yandan ABD açısından Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ile pekişen Rusya-İran üçlü hattı büyük bir sıkıntı yaratmaktadır. Zira ABD giderek bölgede etkisizleşmekte, bölgedeki en önemli müttefiki İsrail’in güvenliğini tesis etmekte yetersiz kalmakta, YPG gibi unsurlarla işbirliği stratejisinin sürdürülebilir olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla ABD’nin yeni bir vizyon oluşturması elzem hale gelmektedir. Bu noktada son günlerde dile getirilen tehditkâr söylemler doğrudan Rusya ile sıcak çatışma ile sonuçlanmayacak ise de bir şekilde ABD’nin askeri olarak burada daha yoğun bir varlık göstereceğinin işaretidir. İşte bu noktada kilit ülke Türkiye’dir. Türkiye, kendi çıkarları açısından Rusya ve İran ile kurduğu hassas ilişkiyi devam ettirmeli, ABD’ye YPG’nin silahlandırılması konusunda gösterdiği katı tutumu sürdürmelidir. ABD’nin de içinde yer alabileceği bir Suriye denklemi için YPG ile ilişkilerin net bir şekilde bitirilmesi gerekliliği vurgulanmalıdır. Bu bağlamda şunu da belirtmek gerekir; ABD’de Cumhuriyetçiler arasında önemli yeri olan Lindsey Graham gibi kişiler, Trump’a yakınlığı ile bilinen Heritage Foundation gibi düşünce kuruluşları YPG’nin Marksist bir örgüt olması gerekçesiyle ve Türkiye’nin rahatsızlığı sebebiyle CENTCOM’un silahlandırma politikasını eleştirmekte ve giderek bu eleştirilerin dozunu artırmaktadır.

Türkiye ve ABD ilişkileri İran ekseninde de önemlidir. Görünen o ki ABD JCPOA’dan tamamen çekilme konusu BM Güvenlik Konseyi’ni ilgilendirdiğinden hemen bu bağlamda bir eylemde bulunamasa bile kongrenin yaptırım politikasını ağırlaştıracaktır. Son olarak Hakan Atilla davası ABD’nin İran ile ekonomik ve ticari ilişkiler konusundaki sertliğinin önemli bir işareti olmuştur. Bu açıdan özellikle Türk bankacılık sistemini zor günlerin beklediği aşikardır. Dolayısıyla ister istemez Türkiye-İran ekonomik ilişkileri olumsuz etkilenecektir. ABD ile bu konuda daha ılımlı bir siyaset gütmek Türkiye’nin menfaatleri açısından önemlidir. O sebeple risk teşkil eden ticari ve ekonomik ilişkilerden kaçınılmalıdır. Bununla beraber, İran ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarının giderek ortak bir perspektife kavuşması ABD’nin itirazlarına rağmen güvenlik noktasında ikili ilişkilerin etkin bir zeminde devam edeceğinin işaretidir. O sebeple ABD’nin İran’a yönelik yaptırım rejimi Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini etkileme kapasitesine sahip iken, güvenlik eksenli ilişkiler bağlamında o derece etkin değildir.

Trump alışılagelmiş bir başkan profili değildir. Twitter üzerinden mesajlar vermesi, popüler kültür fenomenliği ve başkanlık arasında gidip gelen bir imaj çizmesine vesile olmaktadır. Ancak ABD ana akım medyasının ısrarla sunduğu imaj gibi ne yapacağı öngörülemeyen, fikirleri değişken bir başkan da değildir. Aksine gerek iç politika önceliklerine, gerek dış politika vizyonuna baktığımızda kampanya döneminden bu yana çizdiği strateji doğrultusunda hareket ettiği net bir şekilde görülmektedir. Her ne kadar ABD sisteminde başkan her şey demek olmasa da yine de çok şeydir. O sebeple Trump ile kurulacak ilişkinin temeli kendi deyimiyle müzakere esaslı olmalıdır. Trump’ın en övündüğü tarafı iyi bir müzakereci olmasıdır ve biriyle müzakere etmesinin temel koşulu en az onun kadar müzakereye açık olmasıdır. Bu çerçevede Türkiye, Trump ile müzakereden asla geri durmamalı, argümanlarını en iyi şekilde ona sunmaya devam etmelidir.