Tunus’ta Suse Saldırısı ve Güvenlik Sorunları

IŞİD sözcüsü Muhammed El Adnani’nin Ramazan ayında “kafirlere ve Şiiler’e” saldırı çağrısının ardından 26 Haziran, Cuma günü Fransa, Tunus ve Kuveyt’te gerçekleşen üçlü terör saldırılarının anlamı ve etkileri küresel güvenlik bağlamında ciddi bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Öte yandan Tunus için bu saldırılar, ülkenin içinde bulunduğu dönüşüm süreci açısından ayrı bir parantez açmaktadır. Tunus’ta 2011’den beri hem güvenlik ve tehdit algısı hem de güvenlik politikaları hızlı bir şekilde dönüşmektedir. 18 Mart’ta IŞİD’in parlamento binası yanındaki Bardo Müzesi’ne saldırması ve 21 turisti öldürmesinin ardından Suse’de gerçekleşen ve çok sayıda turistin ölümüne neden olan bu ikinci saldırıyla birlikte ülke bir yandan turizm gelirlerinde ciddi bir kayıpla karşı karşıya kalmakta diğer yandan ise güvenlik ile ilgili ağır önlemleri değerlendirmektedir. 2014 yılı itibariyle turist sayısı, 2011 öncesi döneme yeniden ulaşan Tunus’ta yaşanan bu iki saldırının etkilerinin ülkenin yakın geleceği açısından çok boyutlu olacağını tahmin etmek mümkün.
 
Tunus’ta Güvenlik Sorunlarının Dönüşümü
2011 sonrası otokratlarından kurtulan ancak kısa sürede otoriter direnç ve istikrarsızlıkla sarsılan diğer bölge ülkelerinin aksine Tunus, demokratikleşme önünde ciddi engeller ve zorluklar ile karşılaşmaya devam etmesine karşın demokratikleşme sürecini sürdürmektedir. Bu süreçte Tunus’un aşması gereken engellerin ve zorlukların en çetinlerinden birisi de güvenlik sorunudur. Şimdiye kadar Tunus’taki geçici hükümetler, güvenlik sorunları karşısında üretilen politikaları demokratikleşme süreci ile paralel yürütmeye çalışmıştır. Bu zorlu çabanın yanı sıra, iç güvenlik teşkilatı ile ordunun teknik ve kapasite eksikliklerinin giderilmesi de önemli amaçlardan biri haline gelmiştir. Fakat 2011 sonrası Tunus’ta ve bölgede yaşanan gelişmeler, güvenlik tehditlerini büyük ölçüde dönüştürdüğünden önümüzdeki dönemde Tunus siyasi elitleri ile karar alıcılarının demokratikleşme hassasiyetlerini geri plana itme olasılığı ortaya çıkmaktadır.
 
Öncelikle 2011-2013 yılları arasındaki Tunus’un öncelikli güvenlik meselesi, 2010-2011 ayaklanmaları sonrası infiale yol açmadan sokakları sakinleştirmek ve ülkedeki asayişi yeniden tesis etmekti. Bu dönemde polis güçleri sokaklardan çekilmiş, bu görevleri de Tunus ordusu üstlenmiştir. Bu dönemde güvenlik sorunları genel itibariyle asayiş sorunlarından oluşmaktaydı. Bu duruma paralel olarak da Tunus’ta gündem, demokratikleşme tartışmaları ekseninde şekillenmekteydi. Bu çerçevede dönemin ön plana çıkan politikası, siyasi grupların sisteme entegre edilmesiydi. Bu uzlaşmacı ve entegrasyona yönelik yaklaşım, hızlı bir yükseliş trendi yakalayan Selefi gruplara karşı geliştirilen söylem ve politikalarda açık bir şekilde gözlenmekteydi. Gene bu çerçevede Hamid Cebali başbakanlığındaki birinci koalisyon hükümeti, olabildiğince çok siyasi grubu siyasi sisteme entegre etmeye çalışmıştır. Buna ek olarak, Nahda’nın lideri Raşid Gannuşi çok sert eleştirilere uğramasına rağmen, özellikle Selefi gençlere ve gruplara ılımlı mesajlar vererek bu politikaları desteklemeye çalışmıştır.
 
Ancak 2013 yılında ülkede gerçekleşen siyasi suikastlar ve siyasi krizler, güvenlik tehdidi algısında büyük bir değişim yaratmıştır. Önce 6 Şubat 2013’te Şükrü Belayid’in, ardından 25 Temmuz 2013’te Muhammed Brahmi’nin öldürülmesinin derin siyasi krizleri tetiklemesi, güvenlik meselesini yeniden gündemde üst sıralara taşımıştır. Başbakan Ali Larayed’in Mart 2013’te kurduğu ikinci koalisyon hükümeti döneminde önceki uzlaşmacı politikalar büyük oranda terk edilmiş ve güvenlikçi politikalara kayma başlamıştır. 27 Ağustos 2013’te ise Başbakan Larayed, ülkede tırmanan şiddetin ve siyasi suikastların faillerinin Ensar El Şeria olduğunu söyleyerek Ensar El Şeria’yı “terör örgütü” ilan etmiştir. Bu dönemde terörle mücadele ve güvenlik politikaları ağırlık kazanmış ve ülkenin kırsal kesimlerinde ve sınır bölgelerinde operasyonlar başlamıştır. Yine bu dönemde, Selefi gruplara yönelik eleştiriler hızla artmış ve Selefiler hem siyasiler hem de medya tarafından ülkedeki radikalleşme, silahlanma ve istikrarsızlığın kaynağı olarak gösterilmeye başlanmıştır. Bu politikalar, Başbakan Ali Larayed’in güvenlik danışmanı olan Mehdi Cuma tarafından kurulan teknokrat hükümeti tarafından genişletilerek devam ettirilmiştir. Ancak güvenlik tehdidi algısındaki bu temel değişime rağmen 2011-2014 arasında görev yapan koalisyon hükümetleri güvenlik politikaları ile demokratikleşmeyi dengede tutmaya çalışmıştır.
 
2015 yılında ise Tunus’un karşı karşıya kaldığı bir dizi terör saldırısı, mevcut tabloyu daha kaygı verici bir şekilde dönüştürmüştür. Önce parlamento binası yanındaki Bardo Müzesi’ne yapılan saldırı, ardından Tunuslu diplomatların Libya’da kaçırılmaları, Tunuslu gazetecilerin Libya’da infaz edilmeleri, Libya Ras Jdeir Sınır Kapısından Tunus’a 100’e yakın yük aracının zorla giriş yapması ve en son olarak da Suse’de gerçekleşen saldırı, Tunus’ta IŞİD varlığını ve etkisini ciddi bir şekilde tartışmaya açmıştır. Bir yandan Bardo Müzesi saldırısından itibaren yoğun bir şekilde terörle mücadele kanun tasarısının olası etkileri tartışılmaktadır. Diğer yandan Libya’nın Tunus’u istikrarsızlığa sürüklediği iddiası, daha çok dile getirilmeye başlanmıştır. Suse saldırısını gerçekleştiren Seyfettin Rezgui’nin kısa bir süre önce Libya’ya geçtiği ve orada IŞİD kamplarında eğitim aldığı ve saldırıda kullandığı Kalaşnikof türü silahı da Libya’dan getirdiği iddiası, bu konudaki kaygıları ve söylemleri arttıracaktır.
 
Güvenlik Sorunlarının Dönüşümünün Olası Etkileri
Tunus’ta güvenlik sorunlarında gözlemlenen bu değişimin etkileri, Tunus iç siyasetindeki gelişmeleri doğrudan etkileyecektir. Öncelikle Bardo Müzesi saldırısının hemen ardından meclise yeniden sunulan terörle mücadele yasa tasarısı, sivil toplum örgütleri, muhalefet ve koalisyon ortaklarınca ciddi bir şekilde eleştirilmişti. Tasarının bu halinin demokratikleşme sürecine zarar vereceği, hak ihlallerine kapı aralayacağı ve eski rejim kalıntılarına uygun bir ortam sağlayacağı dile getirilmekteydi. Suse saldırıları ile birlikte terörle mücadele yasasına muhalefet etmek daha da zorlaşmış ve 29 Haziran’da kanun meclis oylamasına sunulmuştur.
 
Ülkede 2011 sonrası dönemde önemli ve güçlü kurumlarda yapısal reformların gerçekleştirilmemiş olmasından ötürü radikalizm ve terörle mücadele söylemi altında iç güvenlik kaygılarının araçsallaştırılarak bir baskı aracına dönüştürülmesi tehlikesi bulunmaktadır. Bu duruma ek olarak, terörle mücadele kapsamında uygulanacak olası politikaların demokratikleşmeyi ikinci plana itme olasılığı da bulunmaktadır.
 
Son olarak, bu durumun Tunus kadar Libya’yı da etkileyeceğini ve Libya’ya yönelik algıyı şekillendireceğini düşünmek mümkün. 2014’ten itibaren BM Libya Özel Temsilciği Libya’da tarafları siyasi çözüm sürecine ikna etmeye çalışmaktadır. En son Almanya, Berlin’de gerçekleştirilen toplantıda taraflar ilk defa doğrudan görüşmelere başladılar. Ancak Mısır, IŞİD ve küresel terör söylemi üzerinden Libya’ya yönelik askeri müdahale olasılığının ciddiyetle değerlendirilmesi yönünde baskılarına devam ediyor. Şimdiye kadar Tunus, yeni bir Libyalı mülteci akımına uğramak istemediğinden bu politikalara ve söylemlere mesafeli durmaktaydı. Ancak bundan sonraki süreçte Tunus’un Libya’ya yönelik söylem ve politikalarında en hafif ihtimalle bir sertleşme olması, büyük bir olasılık. Öte yandan bunun Libya’daki taraflar arasında devam eden sürece etkilerinin neler olacağını Fas’ta devam eden görüşmeleri yakından takip ederek öğrenebileceğiz.