Türkiye-İsrail İlişkilerinde “Güçler Dengesi” Politikaları Geri Geliyor

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Palmer Raporu’nun açıklanmasından sonra, Türkiye ve İsrail’in birbirlerine karşı izledikleri uzlaşmaz tutumu anlamak için her iki ülkenin 2008 senesinin Aralık ayında İsrail’in Gazze topraklarında düzenlemiş olduğu “dökme kurşun” operasyonundan bu yana gergin ilişkiler içinde olduklarını bilmek gerekir. İsrailli liderlerin Gazze’deki Filistinli gruplardan kaynaklanan terörist saldırılara karşı kendilerini savunma adına başvurdukları “meşru” hareketleri Türkiye bir yandan şiddetle eleştirmektedir, diğer yandan İsrail’in Gazze üzerine koyduğu ambargoyu “gayri meşru” ve “gayri insani” bulmaktadır. Bir çok gözlemci, Türkiye’nin  Gazze operasyonu sırasında takındığı tutumu Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelecekte nasıl bir şekil alacağına dair örnek oluşturacağını ileri sürmüştür.
 
Türkiye’nin perspektifinden bakıldığında, İsrail –Filistin sorununun çözümü için Hamas’ın barış sürecine dahil edilmesi gerekir. Hamas’ın Filistin yönetiminde meşru bir şekilde temsil edilmesiyle birlikte Türk yöneticiler Filistin sorununa bulunacak nihai bir çözümün hem daha meşru, hem de daha olası olacağını düşünmektedirler. İlk bakışta çelişkili görünse de, Türkiye’nin Filistin sorunun bir an önce çözülmesinde ve Hamas’ın bu sürece dahil edilmesinde aşırı ısrarcı olması, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde oynamak istediği “düzen kurucu” rolün gerçekleşmesi için İsrail’in varlığının bölgedeki Arap devletleri tarafından tanınması gerektiğine inanmasından kaynaklanmaktadır. İsrail’in meşru bir devlet olarak görülmesi için ise, İsrail-Filistin sorunun bir an önce çözümü gerekmektedir. Başka bir deyişle, Türk yöneticilerin devamlı olarak vurguladıkları nokta, İsrail’in gayri meşruluğunun  tescil edilmesi değil, İsrail’in Filistin sorununa ilişkin politikalarının değişmesi gerektiğidir. İsrail’in uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler kararlarına meydan okuyarak bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasını engellemesi çözümsüzlüğün en önemli sebebidir.
 
Bu bağlamda vurgulanması gereken ilginç bir nokta ise; Türkiye’nin Filistin sorunun çözümünde taraflar arasında arabulucu rol oynamak istemesini ve Ortadoğu’nun genelinde şimdiki düzenden çok daha adil, çok daha kapsayıcı ve çok daha temsili bir düzeni oluşturmak istemesini İsrailli yöneticiler ve elitler tarafından Türkiye’nin bölgesel hegemonya peşinde koşmasının bir delili olarak görülmesidir. Türkiye Ortadoğu’da kurulacak herhangibir düzenin meşruiyeti için İsrail’in mutlaka bu düzenin bir parçası olmasını bir şart görürken, İsrail, Türkiye’nin bölgedeki yeni bir düzen inşası için çalışmasını, İsrail’in politikalarının, pozisyonunun ve nüfuzunun azalması için girişilen aktif bir çaba olarak değerlendirmektedir. Türk yöneticiler, İsrail’in “normal” bir ülke olabilmesi için bölgesel politikalarını değiştirmesi gerektiğini düşünmektedirler. Türkiye’nin “normal”den kastı; İsrail’in uluslararası hukukun üstünde bir ülke olarak tanımlanmaması vde uluslararası toplumun Ortadoğu bölgesindeki bütün ülkelere eşit ve adil yaklaşması gereğidir. Türkiye’nin bu yöndeki çağrıları İsrailli liderler tarafından İsrail’in daha fazla zayıflatılmasının ve gayri meşrulaştırılmasının bir kanıtı olarak görülmektedir.
 
İsrail tarafındaki bu varsayım İsrail’in neden son yıllarda Türkiye’nin geleneksel rakipleri ve düşmanlarıyla ilişkilerini güçler dengesi perspektifinden geliştirmek istemesini açıklamaktadır. Bu bağlamda vurgulanması gereken özel bir durum; son zamanlarda İsrail ile Kıbrıs Rum Kesimi arasında Doğu Akdeniz’deki doğal kaynakların çıkartılmasına yönelik işbirliğinin artmasıdır. Bazı gözlemciler daha da ileri giderek İsrail’in geleneksel olarak Türkiye dostu bilinen Amerika’daki Yahudi lobisine Türkiye için hassas konularda “örneğin sözde Ermeni soykırımı karar tasarısında” daha az destek olmasını telkin edeceğini ileri sürmektedirler.
 
İsrail’in Türkiye’ye karşı uygulamakta olduğu “güçler dengesi” politikalarına benzer bir şekilde Türkiye de son zamanlarda Arap Baharı çerçevesinde radikal değişiklikler yaşamakta olan Arap ülkelerine yakınlaşmaya çalışmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Tunus, Libya ve Mısır’a yapmaya planladığı resmi ziyaretler bu pencereden değerlendirilmelidir. Ancak, Türkiye’nin Gazze ziyaretinden elde etmeyi umduğu fayda gerçekleşmeyebilir; zira, böyle bir hareket İsrail ve Batı’da Türkiye karşıtlığını tetikleyebilir ve Mısır’daki Mübarek sonrası rejimin İsrail ile olan ilişkilerini tehlikeye atabilir.
 
İsrail’i dengeleme politikasının bir parçası olarak geçtiğimiz günlerde Türkiye NATO’nun füze savunma sisteminin bir unsuru olan radar istasyonlarının kendi topraklarında kurulmasına izin vermiştir. Bir çok gözlemci, Türkiye’nin bu kararını İsrail ile ciddi bir kriz yaşandığı bu ortamda Türkiye’nin Amerika ile iyi ilişkiler içinde olmak istemesinin bir göstergesi olarak deeğrlendirilmektedir.
 
Pek de şaşırtıcı olmayacak  bir şey; Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurul’unda yapılacak bir oylamada Filistin yönetiminin statüsünün iyileştirilmesi yönünde oy kullanmasıdır. Hatta, Filistin yönetiminin “gözlemci varlık” statüsünden “gözlemci devlet” statüsüne geçmesi için Türkiye’nin B.M. üyesi ülkeler nezdinde aktif lobi faaliyetlerinde bulunacağı ileri sürülebilir. Bölgenin iki önemli ülkesi olan Türkiye ve İsrail’in bölgedeki radikal olayların yaşandığı bir sırada birbirlerine karşı “güçler dengesi” politikaları izlemeleri büyük bir risktir. Böyle bir durum, sadece Türkiye’nin son yıllarda “yumuşak güç” olma yönündeki çabalarını sekteye uğratmayacak, aynı zamanda Ortadoğu bölgesinde barış ve istikrarın mutlak bir şartı olan Türk-İsrail işbirliğini onarılamaz bir şekilde tehlikeye atacaktır. Tel Aviv ve Ankara’nın kavga ettiği bir ortamda İran’ın nükleer politikalarına hız vereceğini, Esad’ın kendisine yönelik muhalefeti bastırmak için daha fazla şiddet kullanacağını, Türkiye’nin A.B. üyelik şansının azalacağını, Türkiye’nin Batılı kimliğinin aşınacağının ve Ortadoğu bölgesinin “Hobbesian” karakterinin pekişeceğini tahmin etmek zor olmayacaktır.