Bakış

Türkiye-İsrail Normalleşmesi: Algılar-Gerçekler

2008 sonrası süreçte ardı sıra yaşanan krizlerle bozulan Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve temmuz ayında seçilen İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog arasındaki telefon diplomasisiyle 2021 yılı boyunca olumlu yönde gelişmeler yaşandığı gözlemlenmiştir. 2021 Kasım ayında, Türkiye’de casusluk iddiasıyla gözaltına alınan Oaknin çiftinin serbest bırakıldığı süreçte, liderler arasındaki görüşmelerin yapıcı katkı sunmasının iki ülke ilişkileri adına son 10 yıldaki en pozitif döneme girilmesinde katalizör olduğu ifade edilebilir. Diğer yandan normalleşmeye giden sürecin, son derece başarılı bir diplomasi çalışması olmasına rağmen, bunun yalnızca Erdoğan-Herzog hattındaki telefon diplomasisi çerçevesine sıkıştırılması, arka plandaki dinamiklerin doğru anlaşılmasının önüne geçmektedir.

Esasen şubat ayında, Türkiye ve İsrail vatandaşlığı bulunan iş adamı Yair Geller’e karşı saldırı hazırlığındaki İranlı bir şebekenin Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) tarafından çökertilmesi sırasında Mossad’la bilgi paylaşımına gidilmesi, ilişkilerin daha sıcak bir çerçeveye oturacağına ilişkin beklentiyi güçlendirmiştir. Ayrıca süreçte yaşanan gelişmelerin kamuoyuna yansıtılış biçimi de bu beklentiyi destekler nitelikte olmuştur. Buna karşın, ilişkilerin düzelmesine dair kamuoyunca malum olan gelişmelerin, özellikle İsrail’de bazı medya, basın, akademi ve think-tank çevrelerinde anlaşılma ve anlatılma biçimine bakıldığında fiilî durumla uyuşmadığı gözlemlenmektedir. Türkiye’de ise bilhassa medyada, normalleşme emarelerinin İsrail’den ithal edilen görüşlerle anlaşılmaya çalışılması, meselenin özünde gayet maddi gerçekler olmasına karşın kafa karışıklığına sebep olmaktadır.

Genel olarak normalleşmeye dair kamuoyuna yansıyan analizlerde, iki ülke ilişkilerinin bozulduğu süreç ve normalleşme inisiyatifinin tamamen Türkiye’den geldiğine ilişkin yorumlar ön plana çıkmaktadır. Belirgin yorumlar arasında Türkiye’nin, dünya ekonomilerini derinden sarsan Covid-19 pandemisi ve takip eden süreçte yaşadığı zorluklar neticesinde İsrail ile yakınlaşma ihtiyacı duyduğu şeklinde ifadelerin yer aldığı gözlemlenmektedir. Buna göre Ankara, enerjide bölgesel ticaret merkezi olma hedefi doğrultusunda Doğu Akdeniz’de İsrail’in sahip olduğu hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasında transit geçiş güzergâhı olmak istemektedir ve bu durum Tel Aviv’le yakınlaşma adına motivasyon teşkil etmiştir. Dikkat çeken bir diğer iddia ise İsrail’in özellikle İbrahim Anlaşmaları sonrasında Körfez ülkeleri başta olmak üzere birçok Arap ve Müslüman ülkeyle aleni/örtülü ilişkiler tesis etmesi ve normalleşmesine ek olarak Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini geliştirmesi neticesinde Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyacı olmadığıdır. Bu görüş doğrultusunda normalleşme sürecinde Türkiye’nin inisiyatifinin ağır bastığı ifade edilmektedir. Hatta İsrail’in, ilişkilerin düzelmesindeki seyri bilerek yavaşlattığı, büyükelçilerin atanması gibi konuları beklettiği gibi iddialar dile getirilmiştir. Kamuoyunda yaygın bir şekilde Türkiye’ye yönelik bir “muhtaçlık algısı” oluşturmaya çalışılmaktadır. Esasen Lapid’in ziyareti sırasında alınan kararlar ve ağustos ortasında karşılıklı elçilerin atanacağına yönelik açıklamalarla aksi ortaya çıkmışsa da meselenin algı boyutunda hâlâ aynı seyir devam etmektedir.

İki ülke arasında normalleşme süreci devam ederken buna paralel olarak, Türkiye’ye yönelik yetkili ağızlardan duyulmamakla birlikte, İsrail’le normalleşmek için yapması gerekenler şeklinde birtakım ön şartların dahi sunulduğu izlenmiştir. Bunlara ek olarak, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerilemenin sorumluluğunun tek taraflı olarak Ankara’da arandığı çelişkili bir yaklaşım da göze çarpmaktadır. Oysa 2008 sonrasında ilişkilerde bozulmaya neden olan olayların en derini -Tel Aviv’in daha sonra özür dilediği- Mavi Marmara olayı olmak üzere birçok gelişmede İsrail’in yapıcı olarak nitelenmesi zor yaklaşımlarına şahit olunmuştur. 2010 sonrasında, ilişkilerin son derece gerildiği ve iki ülke arasındaki iplerin koptuğu süreçte de İsrail’in bölgedeki hamlelerinin, Türkiye’nin tehdit algıları açısından tahrik edici olduğunu söylemek mümkündür. Söz gelimi, 2017 yılında Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin sözde bağımsızlık referandumu sürecinde İsrail’in verdiği açık destek, ilişkilerdeki olumsuz seyri derinleştiren önemli bir etkendir. Diğer yandan, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve East-Med Projesi’ne ilişkin tartışmaların alevlendiği 2018 yılında GKRY’de, İsrail, Mısır ve ABD büyükelçisinin de hazır bulunduğu bir toplantı gerçekleşmiştir. Söz konusu toplantıda, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı askerî seçeneklerin de masada olduğuna ilişkin yapılan açıklamalar, İsrail’in bölgesel güvenlik politikasının çerçevesi ve Türkiye’ye karşı tutumuna ilişkin gayet açık bir gösterge olmuştur. Yine Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyinde PKK/YPG’ye karşı terörle mücadele operasyonlarına karşı İsrail tarafında, hükûmet ve muhalefetteki birçok aktör tarafından sert tepki verilmiş ve operasyonlar haksız bir biçimde itham edilmiştir.

Bu genel çerçeve içerisinde normalleşme, bunun taraflar açısından ne ifade ettiği ve bunun öngörülebilir gelecekte neler ifade edebileceğine dair tartışmaların daha sağlıklı bir zeminde yapılabilmesi adına kırılma noktalarının ve genel olarak sürecin doğru analizi elzemdir.