Türkiye ve İsrail Ortadoğu’da Oluşmakta Olan Yeni Düzeni Farklı Yorumluyor

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Birleşmiş Milletler’in Palmer Raporu’na Türkiye ve İsrail’in vermiş oldukları birbiriyle uyuşmaz tepkiler  ve bunun neticesinde ikili ilişkilerde ortaya çıkan kriz her iki ülkenin Orta Doğu’da Arap Baharı çerçevesinde yaşanan gelişmelere farklı yorumlamalarından bağımsız düşünülemez.  Kısaca söylemek gerekirse; Türkiye, bölgesinde “iddialı- yenilikçi” bir rol oynarken, İsrail mevcut statükonun en iddialı savunucularından biri olarak hareket etmektedir.
 
Özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı bölgesel etkiler bağlamında Türkiye kendini yeni koşullara uyarlamada İsrail’den daha başarılı gözükmektedir. Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde öncülüğünü yaptığı yeni düzenin üç temel özelliği şunlardır; Bundan böyle İsrail uluslararası hukukun üstünde nevi şahsına münhazır bir aktör olarak görülmemelidir; Bölgesel aktörlerin kendi problemlerini çözemeyecekleri varsayımından hareketle A.B.D.’nin  bölgedeki düzenin sağlayıcısı ve koruyucusu olduğu fikri terk edilmelidir;  Bundan böyle Orta Doğu bölgesi petrolle, kitle- imha silahlarıyla ve Arap- İsrail çatışmasıyla anılmamalıdır.
 
Türkiye yeni bölgesel düzenin oluşmasında yerel aktörlerin sorumluluğuna önem verip İsrail’in güvenliğinin sözde düşmanlarıyla olan ilişklerinin normalleşmesine bağlı olduğunu düşünürken, diğer taraftan İsrail kendi topraksal güvenliğini A.B.D. ‘nin hamiliğine havale etmektedir.  
 
Türkiye’nin perspektifinden,  bölgeye kalıcı bir barış ve istikrarın gelmesi için bölgenin Batı’nın güvenlik çıkarları bağlamında bir obje/nesne olarak tanımlanmasının son bulması gerekir. Ne İsrail, ne bölgedışı aktörler Orta Doğu’ya araçsal bir bakış açısından yaklaşıp, bu bölgeden kaynaklanacak tehditleri “kuşatma/çevrelemek” ve “yok etmek” pratiklerini uygulamalıdırlar. Bu tarz düşünce şekli bölgedeki aktörlerin birbirlerine işbirliği perspektifinden zorlaştırmaktadır. Bölgesel aktörler, bölgedışı aktörlerin nesneleri olmak yerine kendi kaderlerini kendileri belirleyen özneler olmalıdırlar.
 
Arap Baharı çerçevesinde Türkiye gittikçe şu görüşü benimsemiştir: Bölgede yeni ve meşru bir düzenin oluşması “temsil-i demokrasinin” kurumsallaşmasına bağlıdır. Bu sadece bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerde daha fazla barış ve istikrar ortaya çıkarmayacak ama aynı zamanda bölgesel aktörlerle Batılı güçler arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı zeminlerde cereyan etmesini kolaylaştıracaktır. Bu bağlamda, ironik olan durum şudur: Türkiye, son zamanlarda Batılı kimliği ciddi eleştirilere maruz kalsa da, Orta Doğu’da Batılı değerlerle uyumlu bir düzenin ortaya çıkmasına çalışırken, İsrail, varlığını Batılı güçlere borçlu olan ve uzun yıllar Batı’nın Orta Doğu bölgesindeki çıkarlarını temsil ettiğine inanılan bir ülke olarak, adeta akıntıya kürek çekercesine Türkiye’nin karşıtı politikalar izlemektedir.
 
Bu minvalde dikkatleri çeken diğer bir ironik durum; bir yandan A.B.D resmi platformlarda Filistin’in BM ‘in egemen bir üyesi olmasına karşı gelirken, diğer taraftan Ankara ve Washington arasında Orta Doğu gündemini meşgul eden konuların çoğunda bir yakınlaşma olduğu gözlenmektedir. BM.’in yıllık zirvesi sırasında Erdoğan ile Obama arasında gerçekleştirilen görüşme, bu iki ülkenin Orta Doğu politikalarının giderek daha fazla  benzemeye başladığını göstermektedir. Hatta iddia edilebilir ki; kendi başına kalmış olsaydı Obama büyük bir ihtimalle BM’de Filistin yanlısı bir tutum takınırdı.
 
Bütün bu tartışmalarda dikkati çeken durum; Türkiye  Libya, Suriye ve İran’daki rejimlerle ilişkilerini bozmak pahasına bu ülke vatandaşlarının daha fazla özgürlük, daha fazla refah ve daha fazla onur yönündeki mücadelelerini desteklerken,  İsrail  “halkların gücü” anlayışının meşruiyet kazanıp, bölgesel güvenliğin parametrelerini, İsrail’in komşularıyla ilişkilerini ve İsrail’in topraksal meşruiyetini tehlikeye atmasından korkarak bu süreçte oldukça ihtiyatlı bir tutum takınmıştır.
 
Türkiye’den bakıldığında oluşmakta olan düzen halklar tarafından benimsenmeli ve liderler kendi vatandaşlarına karşı sorumlu hareket etmelidirler. Bundan böyle, doğal kaynaklara, baskıcı devlet kurumlarına ve dış güçlere dayanarak yönetimlerin meşruiyetlerini sağlamaları zordur.
 
Türkiye, Arap-İsrail çatışmasının çözümünü yeni düzenin meşruiyeti ve sürdürülebilirliği açısından elzem görürken, İsrail şu anın Filistinlilerle müzakereye girilecek en kötü zaman olduğunu düşünmektedir. Türkiye BM’de bağımsız ve egemen bir Filistin Devleti’nin ilan edilmesini barış sürecindeki tıkanıklığın aşılmasında önemli görürken, İsrail Türkiye’nin Filistinlilerin bağımsızlık yönündeki çabalarını desteklemesini Ankara’nın Tel Aviv yönetimine “özür krizi” çerçevesinde ders vermek istemesinin bir kanıtı olarak değerlendirmektedir.
 
Türkiye Arap Devletlerle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesini yeni düzenin devamı açısından hayati görürken, İsrail Türkiye’nin bu yöndeki çabalarını kendisinin Araplara karşı olan pazarlık gücünü azaltacağına inanmaktadır. Türkiye’nin perspektifinden bakıldığında, Türkiye’nin, bölgede eski bir emperyal güç olarak, Arap-İsrail sorunun çözümünde daha aktif olmak istemesi ve bu yöndeki görüşlerini çeşitlei paltformlarda dile getirmesi son derece normaldir. Bu durum Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmek istemesi şeklinde yorumlanmamalıdır. Tam tersine bu şu anlama gelmektedir: bölgedeki gelişmeler Türkiye’nin içerideki istikrar ve barışını etkilemeye başladıkça ve Türkiye’nin sert ve yumuşak güç imkanları arttıkça Türkiye bölgesindeki gelişmelerin seyrini daha fazla etkilemek ve şekillendirmek isteyecektir. Bu oldukça reelpolitik bir duruştur ve özünde  Amerika’nın, Avrupalı güçlerin, Rusya’nın ve Çin’in kendi dış/güvenlik politikalarındaki pratikleriyle uyumludur.