Çok-Boyutlu Mücadele Örneği Olarak Barış Pınarı Harekâtı

9 Ekim’de Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve önceki ismi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olan Suriye Milli Ordusu (SMO) tarafından başlatılan ve temelde PYD-YPG terör örgütünü hedef alan Barış Pınarı Harekatı’nın (BPH) geçmişteki Zeytin Dalı Harekatı ve Fırat Kalkanı Harekatı’ndan daha farklı ve çok boyutlu şekilde yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi uluslararası hukuk meşru şiddet tekelini elinde bulunduran modern-egemen devletlerin toprak bütünlüğünü sağlama üzerine bina edilmiştir. Bu bütünlüğe tehdit olarak değerlendirilen eylemler saldırgan eylemler olarak yorumlanmış ve Birlemiş Milletler (BM) Şartı 51.madde bu gibi durumlarda bireysel kuvvet kullanımının tek istisnası olan meşru müdafaa hakkını yasal olarak kabul etmiştir. Bireysel meşru müdafaanın yanı sıra uluslararası barış ve güvenliği korumakla sorumlu olan BM Güvenlik Konseyi (BMGK), saldırgan eylemlere karşı BM Şartı VI. ve VII. kısım çerçevesinde kolektif kuvvet kullanımı dahil çeşitli eylemleri gerçekleştirmekle sorumlu olmaktadır. Bireysel meşru müdafaa tanımlaması uzun dönem sadece devletlerden gelen saldırılara karşı gerçekleştirilen eylemler olarak değerlendirilmesine rağmen 11 Eylül saldırıları sonrası bu yerleşik kanunun değişmeye başladığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede BMGK’nın 1368 ve 1373 sayılı kararları çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD), ikiz kuleler saldırısından sorumlu olan el-Kaide terör örgütüne Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün (NATO) de desteği ile askeri operasyon düzenlemiş ve 2001’den itibaren Afganistan’da hala askeri varlığını sürdürmektedir.

Bu durum terör örgütlerinin devletlerin toprak bütünlüğüne ve meşru şiddet tekeline meydan okuması durumunda bireysel meşru müdafaa hakkına başvurulabileceğine yönelik uluslararası meşruiyeti güçlendiren en önemli gelişme olarak kaydedilmektedir. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve meşru şiddet tekeline en yoğun saldırıyı düzenleyen PKK-PYD oluşumlarına yönelik düzenlenen askeri operasyonların uluslararası hukuk nezdinde de güçlü meşruiyeti olduğu anlaşılmaktadır. PYD-PKK saldırılarının yanı sıra yeterli uluslararası maddi destek almadan dört milyona yakın Suriyeli göçmeni sınırları içinde barındırmak durumunda kalan Türkiye’nin Suriye’de süregiden iç savaşta ikinci güçlü meşruiyetini göçmen meselesi oluşturmaktadır. Dolayısı ile göçmenlerin yeniden barış ve huzur içerisinde yaşayacağı istikrara kavuşmuş bir Suriye’nin tüm diğer aktörlerden çok Türkiye’nin çıkarlarına katkı sağlayacağı tahmin edilebilir. Batı açısından ele alındığında II. Dünya Savaşında birlikte hareket ettiği, NATO’da müttefik olduğu, Soğuk Savaş süresince ortak politikalar yürüttüğü ve sadece DAEŞ terörü değil tüm diğer terör oluşumlarına karşı pozisyon alan ve hukuksal meşruiyeti güçlü olan Türkiye ile işbirliğinin en rasyonel politika tercihi olduğu görülmektedir.

Diğer taraftan Barış Pınarı Harekatı’na yönelik batı kamuoyundan ve yöneticilerinden gelen tepkiler, Türkiye’nin “işgal” harekatı düzenlediği ve operasyonun “Kürtlere karşı” olduğu yanlış algısını oluşturmaya yönelmektedir. Nasıl ki uluslararası toplumun Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünü ve meşru şiddet tekelini aşındıran DAEŞ-el-Kaide terörizmine karşı askeri faaliyetleri “Müslümanlara karşı savaş” olarak tanımlanamazsa Türkiye’nin askeri operasyonları da herhangi bir bölge halkına karşı sunulmamalıdır. Savaşın meşru başlatılması kadar meşru yürütülmesi de uluslararası hukukta çok önemli bir konu olmakta ve insancıl hukuk düzenlemeleri devletlerin askeri operasyonlarında temel kriterler olarak yer almaktadır. ABD’nin Irak işgali ve sonrasında DAEŞ karşıtı koalisyonda müttefik ülkelerin bu konuda yeterince hassas olmamasına rağmen Türkiye’ye yönelik bu şekilde itirazların yükselmesi haksız eleştirilerin diğer boyutunu göstermektedir. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları süresince insancıl hukuka yönelik en yüksek hassasiyeti gösteren Türkiye’nin “Kürtlere yönelik etnik temizlik” yaptığı iddiaları uluslararası hukuk ve diplomasi konularında azami gayret gösteren Türkiye’ye yönelik diğer kara propaganda olarak görülmektedir.

Müttefiklik ilişkileri açısından değerlendirildiğinde ABD ve batılı ülkelerin bölgedeki toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK ilişkili bir oluşumu Suriye iç savaşından itibaren DAEŞ ile mücadele eden “özgürleştirici” güç olarak sunması ve uzun dönemli müttefiki olan Türkiye’ye bunu kabul ettirmeye çalıştırması Barış Pınarı Harekatı süresince karşılaşılan diğer bir çelişkidir. Türkiye’nin iç savaş süresince hem terör örgütlerinden gelen tehdidi savuşturmak hem de Suriyeli göçmenlere barışçıl bir ortam sunabilmek amacı ile önerdiği “güvenli bölge” ve “tampon bölge” önerilerini reddeden Batılı devletlerin terör örgütü listesinde yer alan bir aktörün Suriye’deki kolu ile işbirliği yapması Türkiye ve Batı ülkeleri arasındaki açmazın ve çelişkilerin diğer önemli bir boyutudur. Şöyle ki Batılı ülkeler DAEŞ terörüne karşı ve mültecilerin sorunlarının çözümüne yönelik Türkiye’nin elinden geleni yapmasını isterken Ankara’nın yıllarca mücadele ettiği PKK temelli terör oluşumuna itirazını uzun dönemdir görmezden gelmektedir. Dolayısı ile ittifak içerisinde hassasiyetlerine yeterince destek bulamayan ve DAEŞ-PKK terörizmi arasında ayrım gözetmeyen Türkiye’nin son operasyonu önemli oranda tek taraflı yürüttüğü anlaşılmaktadır.

Sadece Batılı ülkeler değil Arap rejimlerinin çoğunluğunun ve Çin-Hindistan gibi ülkelerin Türkiye ve Suriye Milli Ordusu liderliğindeki operasyona karşı çıktığı anlaşılmaktadır. Dolayısı ile muhtemel bir askeri operasyonun hukuksal meşruiyetinin yanı sıra diplomatik boyutunun da önemli olduğu söylenebilir. Hukuksal çerçevede güçlü meşruiyete sahip Türkiye’nin operasyonuna yönelik uluslararası kamuoyundan gelen ölçüsüz eleştiriler ve Batılı ülkelerin uygulamaya koyduğu haksız bazı ambargolar Türkiye’nin meşruiyetine gölge düşürme ve sahadaki operasyon boyutunu engellemeye yönelik algılanabilir. Bu durum ise diplomatik alandaki kararlarda güç ilişkilerinin meşruiyet kriterlerinden daha baskın olduğuna dair devam eden algıyı beslemektedir. Arap Birliği (AB) ve Avrupa Birliği (AB) İsrail’in bölgedeki ilhak-işgal girişimlerine, Katar’ın haksız şekilde ambargoya uğramasına ve Yemen’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin sebebiyet verdiği insani drama güçlü şekilde itiraz etmezken Türkiye destekli askeri operasyona eleştiri yöneltmesi bölgedeki güç mücadelesinin bir yansıması olarak görülebilir. Benzer şekilde İran ve Beşar Esed rejimini dengeleme, Türkiye’yi baskı altında tutma ve bölgede İsrail dışında güvenilir ittifaklar geliştirme konularında önemli partner olarak değerlendirdikleri PYD’nin etkisinin kırılması Türkiye’ye yönelik Batılı ülkelerin asıl temelini oluşturmaktadır. DAEŞ oranında Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozma, demografik nüfusunu değiştirme ve Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerinin sınırlarını ve sivil vatandaşlarını tehdit etme noktasında tehlikeli aktör olan PYD oluşumunun DAEŞ ile mücadele altında desteklenmesi ve Kürtlerin tek temsilcisi olarak sunulması bölgede en yoğun Kürt nüfusu barındıran ve bu operasyonları Suriye’deki Kürtlerin güvenliği için de gerçekleştiren Türkiye’ye yönelik temelsiz iddiaların başında gelmektedir.

Mesele sadece insan hakları ve terörizm ile mücadele boyutları ile alakalı olabilseydi Türkiye’nin küresel terör örgütleri ile mücadelede uluslararası kamuoyuna sunduğu desteğin benzeri Türkiye’nin terörle mücadelesinde de görülebilirdi. Bu nedenle diplomatik alanın yanı sıra bu operasyon sırasında Türkiye’nin haklı gerekçelerine zarar vermek amacı ile medya araçlarının da etkin şekilde kullanıldığı gözlemlenmektedir. Bazı sosyal medya hesaplarının ve ileri gelen bazı uluslararası medya organlarının Türkiye’yi ve SMO’nu Suriye’de uluslararası insani hukuka uymamakla suçlaması ve başka olaylara ait sivil katliam görüntülerini kara propaganda aracılığı ile paylaşması ve TRT World gibi Türkiye’nin meşru savlarının duyurulduğu yayın organlarının dünyaya iletişiminin sosyal medya araçlarında engellenmesi askeri operasyonun diğer ve ihmal edilemeyecek boyutuna işaret etmektedir. Sonuç olarak süregiden Barış Pınarı Harekatı’nın sadece hukuksal ve askeri boyutu değil diplomatik ve uluslararası kamuoyunu harekete geçirmeye çalışan medya boyutları da bulunmaktadır. İlk ikisi açısından çok fazla problemi bulunmayan Türkiye’nin, güç ilişkilerinin geçerli olduğu diplomatik alanda ve kara propagandanın baskın olduğu uluslararası medya organlarında mahkum edilmeye ve operasyonun meşruiyetine zarar verilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.