Söyleşi

MEI TÜRKİYE DİREKTÖRÜ GÖNÜL TOL: “OBAMA YÖNETİMİ TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN DÜZELMESİ İÇİN ANKARA’NIN ADIM ATMASINI BEKLİYOR”

ABD’deki Middle East Institute (MEI) Türkiye Çalışmaları Direktörü Dr. Gönül Tol, ORSAM’ın sorularını yanıtladı. Gönül Tol, ABD’deki son dönem Türkiye algılaması, Türkiye-İran ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin ABD’deki yansımaları, Irak’ın geleceğinde Türkiye’nin rolü, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk hareketlerinin sonuçları ve Türkiye’ye etkileri ile Basra Körfezi’ndeki silahlanma faaliyetleri gibi birçok konuda değerlendirmelerde bulundu. Obama yönetiminin Türkiye-İsrail gerginliğinin sona ermesi için İsrail’e baskı yapamadığını bu nedenle de Türkiye’yi adım atmaya ikna etmek istediğini anlatan Tol, ABD’nin Türkiye’deki seçim atmosferi nedeniyle şimdilik beklemede olduğu görüşünde.

ORSAM: ABD’de son dönem Türkiye algılaması hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Gönül Tol: 2010 yılı ABD-Türkiye ilişkileri açısından zor bir yıl oldu. Ermeni tasarısının 4 Mart'ta ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi'nden geçmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırımları öngören oylamasında Türkiye’nin red oyu vermesi ve İsrail ile Türkiye arasında gerginleşen ilişkiler ABD-Türkiye ilişkilerini zora soktu. Washington’da pek çok politik ve sivil platformda Türkiye ile stratejik ortaklığın sona erdiği yönünde görüşler dillendirildi. Güvenlik Konseyi oyundan sonra ABD yönetiminden pek çok önemli isim Türkiye ile ilgili söylemlerini sertleştirdi. Mesela Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’ın G-20 zirvesinden önce verdiği bir röportaj vardır. ABD yönetiminin Türkiye’nin Güvenlik Konseyi oyu karşısında takındığı sert tavrı göstermesi açısından önemlidir. 12 Eylül’de yapılan Anayasa değişikliği referandumunda alınan yüzde 58’lik evet oyu ABD’nin Türkiye stratejisinde yumuşamaya neden oldu. Bu yumuşamanın temel sebebi ABD yönetiminin, Haziran seçimlerinden 2007 seçimlerine göre daha büyük bir zaferle çıkmasını öngördüğü AKP ile köprüleri atmak istememesidir.

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik açılımının AB ve ABD ile ilişkileri nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Türkiye’nin Ortadoğu açılımının birçok boyutu var. Her şeyden önce değişen bir dış politika dış kuru ve bunun bölgeyle ilişkilere yansıyan uzantıları var. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin çok yönlülüğünü, çok aktörlülüğünü yansıtan, askeri güçten ve güvenlik merkezli söylemden yumuşak güce kayan bir söylem bu. Bu yeni söylem Obama yönetiminin diplomasiye, uzlaşıya ve diyaloga vurgu yapan söylemiyle örtüşüyor. Diğer taraftan bu söylemin reel politikaya yansımaları var, bu noktalarda ABD ve Türkiye’nin ayrıştığı yönler var. Bunun en net örneğini İran’ın nükleer programıyla ilgili iki ülkenin takındığı farklı tavırlarda görüyoruz. Bir yandan Türkiye kendi içinde oldukça tutarlı bir dış politika izliyor, dış politika söylemi ile örtüşen bir dış politika. Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye’nin İran’la ilişkilerindeki tavrı sürpriz değil fakat ABD aynı şekilde düşünmüyor. Bu farklılığın sebebi ise farklı tehdit algılarından kaynaklanıyor. Türkiye bölgeyle kurduğu ilişkilerde ortak tarihin ve kültürünün getirdiği güvenle hareket ediyor, diğer taraftan ABD hem bölgenin dışında hem de meşruiyeti düşük bir güç olarak farklı tehdit odaklarına sahip. Bu da ikili ilişkilerde gerginliğe sebep oluyor. Bu durum AB ile ilişkilerde daha az sorun arz ediyor.

Türkiye-İran ilişkilerinin ABD’deki yansımaları nelerdir?

ABD ile ikili ilişkilerde en fazla sorun teşkil eden iki unsur var: birisi Türkiye-İran ilişkisi, diğeri Türkiye-İsrail ilişkisi. Biraz evvel söylediğim gibi, sorun farklı tehdit algıları. German Marshall Fund’in 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Araştırmaya göre Türk halkının yüzde 48’i İran’ın nükleer programını bir tehdit olarak görüyor, Amerikan halkının ise yüzde 86’sı İran nükleer programını tehdit olarak algılıyor. Bu rakamlar önemli bir farklılaşmaya işaret ediyor, yani farklı dış politika üsluplarının ve manevralarının altında yatan tehdit algısındaki bu farklılık. Fakat ABD’de bu böyle yorumlanmıyor. Türkiye-İran yakınlaşması eksen kayması tartışmaları bağlamında ele alınıyor. İki ülke arasındaki diyalogun İslamcı ideoloji temelli bir Türk dış politikasının sonucu olduğu düşünülüyor. İdeoloji kimliğin önemli bir parçası, aralarında diyalektik bir ilişki var ve kimlik insanin olduğu her yerde önemli. Dış politikayı şekillendiren, onun yönünü tayin eden insan ve onun yönettiği kurumlar olduğuna göre kimlik bir noktada mutlaka denkleme giriyor. Türkiye’yi yıllarca Ortadoğu’dan uzak tutan, tarihimizle kültürümüzle bağlı olduğumuz bir bölgede bizi pasif kılan hakım ideolojiydi. Turgut Özal’ın mesela, birinci Irak savaşında aldığı tavrı onun kimliğinden, ideolojisinden bağımsız düşünmek imkansız. Dolayısı ile ideoloji ve kimlik hep belirli ölçüde rol oynadı ve oynayacak. Fakat kimse reel politikanın direttiklerinin dışına çıkamadı, çıkamaz. Hele de dış politika yapım sürecinde rol oynayan aktörlerin çeşitlendiği, kamuoyunun bu sürece gittikçe artan bir yoğunlukta dahil olduğu bir dönemde hiçbir hükümet salt ideoloji ile dış politikasını şekillendiremez. Türkiye-İran ilişkileri de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Türkiye’nin Ortadoğu’da sorunların çözülmesine yönelik önemli girişimleri oluyor. Bu durum sizce Ortadoğu’daki Mısır ve Suudi Arabistan gibi başat ülkeleri tedirgin ediyor mu? Yoksa olumlu mu karşılanıyor?

Bölgede liderlik yarışı var. 2003 Irak işgali bölgedeki güç dengesini geleneksel aktörler aleyhine değiştirdi. Bu süreçle İran ve Türkiye bölgedeki nüfuzunu arttırdı. Bush yönetiminin bölgedeki sorunlarda arabuluculuk rolünü oynayamaması Türkiye’nin bu boşluğu doldurmasına neden oldu. Tabii bu durumdan Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölgenin geleneksel güçlü ülkeleri rahatsızlık duyuyor, buna İran da dahil. Çünkü Türkiye’nin bölgedeki etkinliği ve gücü bu ülkelerin aleyhine artıyor. Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu ve bölge meselelerindeki aktif rolü Türkiye’yi Arap Sokağı nezdinde popüler kıldı. Bundan birkaç ay evvel hem Arap hükümetleri, hem Batılı devletler “Arap sokağından bize ne” diyorlardı. Fakat Tunus’ta, Mısır’da olanlar gösterdi ki Arap sokağı herkesin düşündüğünden çok daha önemli bir rol oynayacak bölgenin geleceğinde. Türkiye’nin bölge halkları nezdinde etkisinin artması bu anlamda da rahatsız ediyor bölge hükümetlerini.

Türkiye’nin Ortadoğu’da görüşmelerinde arabuluculuk rolü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Türkiye’nin bölgedeki aktivizmini önemli ve gerekli buluyorum. Ortadoğu gibi sosyal ve politik dengelerin girift olduğu bir bölgenin organik bir parçası iseniz arkanıza yaslanıp oturamazsınız, bir noktada kolları sıvayıp çözümün bir parçası olmak zorundasınız. Fakat Türkiye’nin oynadığı arabuluculuk rolünde belli kısıtlarının olduğunu görmesi gerekiyor. İran’la Batı arasında kurmaya çalıştığı köprü bağlamında Türkiye’nin doğru ve faydalı adımlar attığını düşünüyorum. Yaptırımlara evet demesi söz konusu değildi, hem dış politika söylemiyle hem ulusal çıkarları ile ters düşen bir politika olurdu bu. Batılı devletler bunu anlar anlamaz, takdir eder etmez o ayrı mesele ama bence doğru adımları atıp, ilkeli bir duruş sergiledi. 2008 Lübnan krizinde yapıcı bir rol oynadı fakat son Lübnan krizi gösterdi ki Türkiye’nin aktivizmi her zaman olumlu sonuçlar vermeyebiliyor. Suriye ve İsrail arasındaki arabuluculuk faaliyetlerini de başarılı buluyorum, iki ülke arasında bir anlaşmaya sebep olmadı ama ilk adımlarını attı. İsrail-Filistin barış sürecinde etkin bir rol oynayamadı, bunun çeşitli sebepleri var. Dediğim gibi, Türkiye’nin belli kısıtları var. Diplomatik faaliyetleri, arabuluculuk çalışmaları bazı Arap hükümetlerinin hoşuna gitmeyebilir. Barış sürecindeki en önemli engeli ise İsrail’in artık Türkiye’yi tarafsız bir arabulucu olarak görmemesi.

Son iki yıldır Türkiye ile İsrail arasında ciddi bir gerginlik var. Ancak 1990’ların ikinci yarısında itibaren stratejik bir ilişki de söz konusu. Bu açıdan bakıldığında Türkiye-İsrail geleceğinin ilişkileri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum. Bölgedeki dinamikler 1990’lardan çok farklı. 90’lı yıllarda iki ülkeyi bir araya getirip stratejik işbirliğine iten yapısal ve jeopolitik faktörler artık yok. O yıllarda İran ve Suriye Türkiye için en büyük tehdidi oluştururken bugün İran ve Suriye ile her alanda gelişen işbirliği var. Türkiye’nin kendi içinde ciddi anlamda bir dönüşüm var. İsrail ile işbirliğinin mimari olan asker artık dış politika yapımında etkinliğini yitirdi. 90’larda İsrail ile stratejik işbirliğini zorunlu kılan şey, Türkiye’nin iki büyük tehdit olarak gördüğü Kürt ayrılıkçılığı ve radikal İslamcılığı besleyen iki ülke ile -İran ve Suriye- ilişkilerin kötü olması idi. İsrail ile işbirliği Türkiye için bölgede bir denge unsuru idi. Bugün Türkiye komşularıyla ilişkilerinde farklı, yapıcı bir surece girdi. Kendi içindeki Kürt meselesine bakış acısını değiştirdi, güvenlik merkezli bakış açısından uzaklaşıp, sorunun sosyo-politik köklerine inmek için adımlar attı. Irak Merkezi hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile bu bağlamda diyalog kurdu. Bu konjonktürde İsrail ile işbirliği 90’larda sahip olduğu öneme sahip değil. Bunun yanında Gazze’de yaşanan bir insanlık dramı var. İsrail’in bölgeyi kurulduğu günden beri istikrarsızlaştıran, kendi vatandaşlarının can güvenliğine bölgedeki her türlü aktörden daha fazla tehdit oluşturan politikaları var. Bütün bunlar karşısında sessiz kalmak Türkiye’nin yeni dış politika söylemiyle çelişirdi, Sayın Davutoğlu’nun “vicdan siyaseti” kavramının içini boşaltırdı. Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle İsrail bölgede çok daha yalnız kaldı. Bunun İsrail’i politikalarını, Türkiye ile ilişkilerini yeniden değerlendirmeye itmesi lazım ama söz konusu İsrail olunca öngörüde bulunmak güç.

Türkiye ile İsrail arasındaki gerginlik ABD’ye nasıl yansıdı? ABD-Türkiye ilişkileri, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerden nasıl etkileniyor?

ABD ile İsrail arasındaki ilişkinin boyutunu/gücünü anlatmaya gerek yok. Ortadoğu’ya tarihi olarak İsrail prizmasından bakan bir ABD’den söz ediyoruz. Pek çok konuda dünyanın ve kendi halkının ezberini bozan Obama yönetimi bile İsrail ile ilgili geleneksel Amerikan durusundan bir milim sapamadı. Hal böyle olunca Türkiye-İsrail arasındaki gerginliğin Amerika’da yarattığı endişeyi kestirmek güç değil. Tabii Obama yönetiminin ilerleyen aylarda şöyle bir sorunu olacak: bir yandan Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları ABD’nin bel bağladığı otokratik rejimleri tehdit ederek Amerika’nın bölgedeki elini zayıflatıyor, diğer yandan İsrail gittikçe yalnızlaşıp ABD’den talep ve beklentilerini artırıyor. Bu konjonktürde Türkiye kilit öneme sahip. Obama yönetimi Türkiye-İsrail gerginliğinin sona ermesi için İsrail’e baskı yapamıyor, çünkü ABD’de seçimler yaklaşıyor. Bu durumda Türkiye’yi adım atması için ikna etmesi gerekecek, o da seçim havasına girmiş bir Türkiye için şu noktada mümkün görünmüyor.

Türkiye’nin 2007’den beri Irak’ta ağırlığının arttığı görülüyor. Özellikle Mart 2010’da yapılan seçimlerde Türkiye, Irak’ta oldukça aktif bir politika izledi. Önümüzdeki dönemde ABD askerlerinin tamamının çekilmesi planlanıyor. Bu süreçte ve Irak’ın geleceğinde Türkiye nasıl rol oynayabilir?

Irak, Türkiye-ABD ilişkileri çerçevesinden bakıldığında, çıkarların en çok örtüştüğü yer. Hem Türkiye hem ABD için toprak bütünlüğü korunmuş, istikrarlı bir Irak çok büyük öneme sahip. İstikrarlı bir Irak için ise tüm toplumsal grupların temsil edildiği bir Irak hükümeti şart. Türkiye Irak’ın hükümet kurma sürecinde doğru bir politika izledi. Tüm gruplara eşit uzaklıkta durduğunun sinyalini vermeye çalıştı. Özellikle 2009’dan sonra Türkmenler ile ilgili söylemini dillendirmemeye çalıştı. Hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile hem Bağdat ile diyalog kanalları geliştirdi. Irak dengelerin çok hassas olduğu bir ülke, bu dengelerin sağlam zemine oturtulması her şeyden önce Irak halkı ve liderlerinin iyi niyetle demokratik normlara sahip çıkma azmine bağlı. Ayni zamanda Irak, Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin etkinliklerini arttırma yarışına girdiği bir arena, bu anlamda da tehlikeli. Türkiye Irak’ın geleceği için önemli bir ülke, özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi için. Saddam’ın politikaları ve savaş ülkeyi altyapı anlamında oldukça geri bırakmış. Altyapı inşasında Türkiye oldukça önemli bir aktör. Kuzeyde iş yapan yüzlerce Türk firması da öyle. ABD’nin sivil toplumu geliştirmek için Irak’ta attığı bazı adımlar var, bunlar da demokrasiye geçiş sürecinde Irak’ın ihtiyaç duyduğu şeyler.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yeni dinamikler ortaya çıkıyor. Tunus’ta yaşanan halk ayaklanmasının ardından Kuzey Afrika’daki diğer ülkeler de bu ayaklanmadan etkilendi. Sizce Kuzey Afrika’yı yeni bir dönüşüm mü bekliyor? Bu dönüşümün Ortadoğu’ya yansıması ve Türkiye’ye etkileri nasıl olabilir?

Pek çok Batılı/Oryantalist siyaset bilimcinin Müslüman halklara yakıştıramadığı bir toplumsal hareketle karşı karşıyayız. Ve bu öyle güçlü bir hareket ki onlarca yıl sistemin tüm araçlarını kendine köle etmiş bir diktatörün bir kaç haftada sonunu getirdi. Elbette ki bu bir dönüşümün habercisi. Bence bu ayaklanmaların işaret ettiği en büyük dönüşüm geleneksel ideolojilerin miadını tamamladığı gerçeği. Dünyanın en eski medeniyetlerinden birini doğurmuş, İslamcılık, Arap milliyetçiliği gibi birçok fikri akıma ev sahipliği yapmış bir bölgede demokrasi talebi, lideri bile olmayan halklar tarafından, evrensel insan hakları jargonu kullanılarak yapılıyor. Buradaki devrimler ne 1789 Fransız Devrimi’ne, ne 1917 Rus Devrimine ne de 1979 İran Devrimine benziyor. Örgütlenme şekli, kullandığı dil ve yöntem açısından 20. yüzyılın sonlarındaki Doğu Avrupa devrimlerini andırıyor. Din ve sosyal sınıf bilincinin sınırlı rol oynadığı, sosyal medyanın örgütlenmedeki en etkin araç olduğu ve insan haklarına vurgu yapan söylemi göz önüne alındığında küreselleşme ve onun getirdiği liberalleşme dalgasının bu kapalı toplumlara da eriştiği ve halk hareketinin arkasındaki itici güç olduğu gözlemi yapılabilir. Bu halk hareketlerinin Türkiye dahil bütün bölge ülkelerinde demokratik talepleri artıracağı, devlet-toplum ilişkisinde dönüşümler yaratacağını düşünüyorum.

2010 Kasımındaki Kongre seçimlerinden sonra Başkan Obama'nın sıkıntılı bir duruma düştüğü ileri sürülmektedir. Yaklaşan başkanlık seçimlerinden dolayı da 2011'in ABD'de iç politik gelişmelerin ön planda olduğu bir yıl olduğu değerlendirilmektedir. Bu durumun ABD'nin Ortadoğu politikasına ve Türkiye ile ilişkilerine nasıl yansıması beklenmektedir? Bu konu hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Obama’nın Kongre seçimleriyle elinin zayıfladığı doğru fakat genel olarak dış politika yapımında Amerikan başkanları diğer tüm kurumlardan daha etkili rol oynar. Obama’nın dış politikasının ana hatları konusunda da yönetim ve muhalefet arasında mutabakat var. Dolayısı ile ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu politikasında büyük değişiklikler olmayacak. Daha evvel ifade ettiğim gibi, İsrail-Türkiye gerginliği meselesinde Obama yönetiminin nasıl tavır alacağı, ilişkilerin düzeltilmesi için hangi tarafa daha fazla yükleneceği önemli.

Son zamanlarda Basra Körfezi devletlerinin silahlanmaya yönelik girişimleri mevcuttur. En son Kuveyt'in topraklarındaki ABD üssü ile ilgili General Dynamics adlı şirketle 170 milyon dolarlık bir anlaşma yaptığı görülmüştür. Öte yandan B.A.E. ve Suudi Arabistan'ın son iki yılda 25 milyar dolarlık silah alımları yaptığı bilinmektedir. Bu durumun Basra Körfezi ve Ortadoğu güvenliği açısından etkileri sizce ne olacaktır?

Bölgedeki silahlanmanın altında bir kaç temel neden var: 2003 yılındaki Irak savaşı, İsrail-Filistin çatışması ve İran`ın nükleer silahlanması. Özellikle Körfez ülkeleri için üçüncü husus tedirgin edici ama genel olarak bu üç konu bölgede, özellikle, Amerikan müttefiklerine güvensizlik aşılamakta. Bu güvensizliğin sonucu olarak Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkeler, yükselen petrol fiyatlarından yararlanarak kendi silah stoklarını yenilemek ve modernize etmek istiyorlar. Bu da bölgedeki diğer ülkelerde benzer bir eğilim yaratarak silahlanmayı artırıyor. Amerika da bölgedeki önemli çıkarlarını hem askeri yardım hem de silah satım anlaşmaları ile koruyor. Mesela Amerikan Savunma Bakanlığı, Ekim 2010’da Suudilere 60 milyar dolarlık silah satacağını açıkladı. Bu kadar büyük hacimli bir silah alımı, Suudi Arabistan gibi ülkeleri olası bir askeri operasyonda ya da güvenlik politikası bağlamında Amerika’ya müttefik olarak bağlıyor. Amerika da bölgedeki ülkeleri silahlandırarak İran üzerinde baskı yaratıyor. Alınan silahların önemli bir bölümünün uçak, helikopter gibi savunma amaçlı değil, daha çok saldırı gücünü artırıcı silahlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda, olası bir İran operasyonunda mesela, bölge içi sıcak çatışma ihtimalinin yüksek olduğunu görüyoruz. Bu silahların devlet-dışı aktörlerin eline geçmesi de bölge güvenliğini tehdit eden unsurlardan bir tanesi.

Değerlendirmeleriniz için teşekkür ederiz.




* Bu röportaj ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı Sercan Doğan tarafından 15 Şubat 2011 online olarak gerçekleştirilmiştir.