Parçalı Toplum Bütüncül Tutum: Lübnan’ın Yüzyılın Planı ve Bahreyn Toplantısına Tepkisi

Aralık 2017’de işgal altındaki Kudüs’ü İsrail’in Başkenti olarak tanıyan, Eylül 2018’de Amerika’daki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Washington’daki ofisini kapatan, Mart 2019’da yine işgal altındaki Suriye’ye ait Golan Tepelerini İsrail’in toprakları olarak tanıyan ve aynı tarihlerde Batı Şeria’yı tanımlarken ABD tarafından kullanılan “işgal altındaki topraklar” ifadesini yıllık yayımlanan insan hakları raporundan kaldıran Donald Trump yönetimi, Filistin meselesine yönelik “tarihi fırsat” olarak tanımladığı Yüzyılın Planının (Deal of Century) ekonomik niteliklerini açıklamaya başlamıştır. Trump döneminde ABD’nin Ortadoğu’daki uygulamalarını ve özellikle Filistin sorununa yönelik aldığı aşırı İsrail yanlısı kararları dikkate aldığımızda Yüzyılın Planı’nın başından itibaren tarafsız olmayacağı kesin olarak anlaşılmaktadır. Aslında Kasım 2017’de ilan edilen Yüzyılın planı, geçmişte İngiltere’nin üstlendiği ve günümüzde özellikle Trump yönetiminin devam ettirdiği İsrail’e Ortadoğu’da “ulusal yurt” kurma ve bu yurdu güçlendirme hedefinin devamı niteliğindedir.

Söz konusu plan Kudüs meselesine değinmemekte, İsrail işgalleri sonucunda yurtlarından sürülen 6 milyon Filistinli göçmenin durumuna ilişkin çözüm geliştirmemekte ve 1990’lı yıllarda başlatılan Filistin-İsrail barış görüşmelerinde Filistin’e bırakılması öngörülen Batı Şeria’daki işgal altındaki topraklar ile ilgili yaklaşımında derin şüpheler barındırmaktadır. Ayrıca indirgemeci yaklaşım ile Yüzyılın Planı, sadece ekonomik gelişmenin ve refah seviyesinin yükseltilmesinin mevcut sorunların çözümüne katkı sağlayacağını savunmaktadır. Bu hali ile Yüzyılın Planı, Ortadoğu’nun en temel ve en karışık problemlerinden birine ilişkin tamamen basitleştirici bir yaklaşım sunmaktadır. Dolayısı ile öncelikle bu planı açıklayan aktörün yani ABD’nin Filistin sorununa ilişkin tarafsız tutuma sahip olmadığını hatta aşırı İsrail yanlısı politikalar izlediğini düşünürsek ve planın meseleyi sadece ekonomik gereksinimlere indirgediğini dikkate alırsak, Yüzyılın Planı’nın, inşa eden aktör ve açıkladığı vizyon nedeni ile başarısız olabileceğini tahmin etmek güç olmayacaktır. Dahası söz konusu planın gerçekleşmesini ekonomik önerilerin kabulüne bağlayan Trump yönetiminin, Ortadoğu’ya yönelik uyguladığı politikalar planın başarısız olması için gerekli dinamikleri önceden oluşturmaktadır.

Filistin’i Kudüs olmadan, mülteciler geri dönmeden ve İsrail işgallerini sonlandırmadan “Tayvan, Japonya ve Güney Kore” gibi ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerden birine dönüştürmeye dayanan planın mimarları ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve özellikle ABD Başkanı Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner’dır. Yaklaşık 2 yıllık geçmişi olan ve son fırsat olarak sunulan planın Ortadoğu’da beklenildiği gibi bölgesel kamplara göre farklı şekilde değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Öncelikle, ABD’nin aşırı İsrail yanlısı politikalarından rahatsız olmayan ve Trump yönetiminin İran karşıtı tutumunu daha fazla önemseyen Suudi Arabistan (SA) ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) destekli bölgesel blok ve bu blok ile daha fazla iş birliği içinde bulunan Mısır ve Bahreyn gibi ülkelerin bu plana destek verme konusunda tereddüt yaşamadığı anlaşılmaktadır. Söz konusu ülkelerin İsrail ile ilişkileri normalleştirmeyi daha fazla öncelediğini dikkate aldığımızda bu tutumun tesadüf olmadığını söyleyebiliriz. Söz konusu bölgesel kutuplaşmanın diğer önemli merkezini oluşturan “Direniş Cephesi” ülkeleri yani İran ve Suriye bu planı başından itibaren “Siyonist” işgalin ve Amerikan hegemonyasının Ortadoğu’daki yeni komplosu olarak değerlendirmektedir.

Son yıllarda belirgin olmaya başlayan ve Ortadoğu bölgesini iki kutuplu yapıdan ziyade üç kutuplu yapıyı andıran sisteme dönüştüren Türkiye ve Katar ittifakının ise genel olarak Filistin meselesine daha dengeli bir yaklaşım sergilediği anlaşılmaktadır. Yüzyılın Planı özelinde ise Türkiye’nin söz konusu plana karşı olduğu fakat bu meselenin çözülmesi yönünde tarafsız ve adil girişimleri destekleyeceği söylenebilir. Uzun yıllar Filistin’in ekonomik açıdan kalkınması için önemli finansal destek sunan ve İslami Direniş Haraketi (HAMAS) ile yakın ilişkileri bulunan Katar ise her ne kadar 25-26 Haziran 2019’da Bahreyn’de düzenlenen ve Yüzyılın Planı’nın ekonomik boyutunu oluşturan “Refah için Barış” toplantısına katılsa da söz konusu planın siyasi sorunlara çözüm bulmadan adil ve tarafsız sonuç üretemeyeceğini dile getirmiştir. Diğer ifade ile Katar bu meselede dengeli pozisyonunu sürdürmeye çalışmıştır. Benzer dengeli yaklaşımın bu toplantıya katılmasalar da Kuveyt, Umman ve Irak tarafından da izlendiği söylenebilir. Sonuç olarak Yüzyılın Planı meselesinin ve özelinde Bahreyn toplantısının Ortadoğu’daki bloklar tarafından kendi sahip oldukları bölgesel vizyon ve geliştirdikleri ittifak çerçevesinde değerlendirildiği anlaşılmaktadır.

Bu genel çerçeveden hareketle bölgesel mücadelelerin yoğunlaştığı ve parçalı egemenlik yapısına sahip Lübnan’ın ve buradaki etkili aktörlerin Bahreyn toplantısına yönelik tutumlarını değerlendirdiğimizde açıklanması gereken noktalar karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği üzere Lübnan’ın en etkili silahlı grubu ve politik güçlerinden biri olan Hizbullah’ın Suriye ve özellikle İran ile çok güçlü ulus-aşırı ilişkileri söz konusudur ve bu nedenle Hizbullah’ın demeçlerinde Yüzyılın Planı’na radikal şekilde karşı çıkması şaşırtıcı bir durum değildir. Bu çerçevede İsrail ile uzun yıllardır silahlı mücadele yürüten ve Filistin direnişi ile kendi mücadelelerini ayrılmaz olarak değerlendiren Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın, Bahreyn’de açıklanan Yüzyılın Planı’nı “Filistin direnişini mahvetmek için bir plan” ve “tarihsel cürüm” olarak değerlendirmesi beklenen bir gelişmedir. Aynı şekilde Suriye ile yoğun ilişkileri bulunan ve Lübnan’ın etkili Şii oluşumlarından biri olan Lübnan Direniş Oluşumunun (Emel) da söz konusu plana karşı olduğunu görmekteyiz. Bu çerçevede Emel hareketi lideri ve Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri, Yüzyılın Planı’nın ekonomi öncelikli yaklaşımını eleştirerek “Milyar dolarların Lübnan’ı Filistin meselesinde temel konularda pazarlığa teşvik edeceğini düşünenler hatalıdır.” demiştir.

Lübnan’da beklenmedik tepkilerin de ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Lübnan Başbakanı ve SA-BAE bölgesel ittifakının önemli yerel aktörlerinden biri olan Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri’nin Bahreyn’de açıklanan ekonomi öncelikli yaklaşıma karşı olması söz konusu hareketin bölgesel-küresel bağlarını dikkate aldığımızda üstünde durulması gereken bir noktadır. SA ile her alanda güçlü ilişkileri bulunan, Lübnan’daki Sünni grupların ve özellikle Hariri ailesinin böylesi bir gelişmede bölgesel hiyerarşiden ayrı hareket edebilmesi, Lübnan içindeki dinamiklerin Hariri’nin bölgesel dış politika vizyonunda zaman zaman belirleyici olabildiğini kanıtlamaktadır. Dolayısı ile Kasım 2017’de SA’nın baskısı ile Başbakanlığı dahi bırakmakta tereddüt etmeyen Hariri’yi bölgesel bloklaşmada beklenir pozisyonu izlemekten alıkoyan iç faktörlerin neler olduğu sorusu önem kazanmaktadır.

Öncelikle, bilindiği gibi Lübnan bir dönem Yaser Arafat liderliğinde oluşturulan Filistinli direniş hareketi el-Fetih’in İsrail’e yönelik saldırılarının merkezi olan ve hâlihazırda önemli oranda Filistinli mülteciyi barındıran bir ülkedir. Söz konusu mülteci meselesinin ve Filistinli direniş hareketlerinin faaliyetlerinin de etkisi ile Lübnan’da 1975-1989 arasında bir iç savaş patlak vermiş ve bu durum İsrail’in Lübnan’ı işgaline ve Suriye’nin askeri olarak bu ülkeye yerleşmesine yol açmıştır. Maruni, Sünni ve Şii gruplar arasında çatışmalar nedeniyle devletin çökme tehlikesi ile yüz yüze geldiği olumsuz hatıralar, Lübnan siyasi ve kültürel hayatında hala izlerini korumaktadır. Dolayısı ile her ne kadar kırılgan yapıya sahip olsa da Lübnan devleti benzer senaryonun tekrar yaşanmasını engellemek istemektedir. Bu açıdan değerlendirdiğimizde İsrail’in Lübnan’a hukuksuz ve insan hakları ihlallerine yol açan askeri müdahalelerinin temel gerekçelerinden biri olan ve Lübnan nüfusunun yaklaşık %10’ununa (600 bin) denk gelen Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkına değinmeyen bir planın Hariri tarafından onaylanması pek mümkün gözükmemektedir. Yapılan açıklamalarda da Lübnan anayasasının mültecileri Lübnan vatandaşı olarak tanımaya ve yerleşimlerini kabul etmeye fırsat vermediği dile getirilmektedir.

Filistinlilerin yanı sıra Suriyeli mültecileri de barındıran Lübnan devletinin mülteci sorunu nedeni ile karşılaştığı siyasi, ekonomik ve kültürel krizleri düşündüğümüzde, Lübnanlı grupların bu soruna değinmeyen bir plana yönelik benzer ve ortak tepkiler sergilemeleri daha iyi anlaşılmaktadır. Dahası bu plana yönelik dolaylı destek dahi Filistin meselesini ve İsrail ile mücadeleyi silahsızlanma çağrılarına yönelik temel gerekçe sunan Hizbullah’ın yerel alandaki pekiştirme ve son zamanlarda Suriye iç savaşına müdahalesi nedeni ile zarar gören ulusal imajını yeniden düzeltme ihtimalini taşımaktadır. Dolayısı ile Başbakan Hariri’nin söz konusu politikayı oluştururken bu ihtimali de hesaba kattığı düşünülebilir. Bu nedenle kendi aralarında derin siyasi farklılıkları bulunan Filistinli bütün gruplarca reddedilen planın Hariri tarafından desteklenmesi Gelecek Hareketi’nin Lübnan içinde siyasi meşruiyet kaybetmesine yol açabilirdi. Bunun yanı sıra Lübnan’daki bütün toplumsal grupların, parlamentonun ve etkili figürlerin bu plana karşı olduğunu göz önüne aldığımızda, Gelecek Hareketi’nin bölgesel hiyerarşiye ve SA destekli Yüzyılın Planı’na ters düşmesinin nedenlerinden biri daha anlaşılmış olur. Sonuç olarak parçalı egemenlik yapısına sahip ve mezhepsel gruplar arasında uzlaşının pek nadir görüldüğü Lübnan’da iç faktörlerin etkisi ile Yüzyılın Planı’na karşı neredeyse Filistinli gruplar oranında beklenmedik bir birlik ve bütünlük durumu ortaya çıkmıştır.