Söyleşi

DOÇ. DR. AYŞEÜL KİBAROĞLU: “TÜRKİYE VE SURİYE ARASINDA SU KONUSUNDAKİ İŞBİRLİĞİ ARTIYOR”

ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretin Üyesi Doç. Dr. Ayşegül Kibaroğlu, Fırat-Dicle Havzası’ndaki sınıraşan su politikalarının geçmişini ve bugününü, Türkiye-Irak-Suriye üçgenindeki su merkezli ilişkileri ve gündemdeki konuları değerlendirdi. Kibaroğlu, Türkiye ve Suriye arasında sınıraşan sular konusunda uzun zamandır devam eden sorunun son dönemde karşılıklı algılamaların değişmesiyle birlikte işbirilğine dogru evrildiğini söyledi.

ORSAM: Suyun uluslararası ilişkiler konusu olması özellikle Fırat-Dicle havzasında nasıl ortaya çıkmıştır?   

Ayşegül Kibaroğlu: Fırat-Dicle Havzası’nın sınıraşan su politikasının bir başlangıcını belirlemek gerekirse 1960’lı yıllara dönmemiz gerekir. Sınıraşan sular olan Fırat ve Dicle havzasında esasen Suriye, Irak ve Türkiye dışında İran da bulunmaktadır. Ancak sınıraşan su politikaları çoğunlukla üç ülke arasında gelişmiştir. Suyun bir uluslararası ilişkiler konusu olması bu üç ülkenin kalkınma projelerine çok yakın zamanlarda benzer hedeflerle, çok da iddialı bir şekilde başlamaları ile gerçekleşmiştir. Bağımsızlıklarını kazanan Irak ve Suriye’nin başlıca hedefleri sosyo-ekonomik yapıyı geliştirmekti. Bunun içinde en öncelikli düşündükleri gelişme alanı tarım olmuştur. Tabi gelişen ekonomiye enerji, büyüyen nüfusa da içme suyu bulmak gerekiyordu. Bu hedeflerin diğer sınıraşan havzalarda da olduğu gözlemlenir. Ama Fırat-Dicle’deki çakışan çıkarlar, bu üç ülkenin de benzer zamanlarda aynı sular üzerinde büyük projelere yapmaya başlamalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu hedeflerini belki hemen gerçekleştirememişlerdir ancak 1920 ile 40’lar arası yeni bağımsızlıklarını almaları, ülkelerini bütünleştirmeleri, hidrolik bürokrasi dediğimiz bürokrasilerini kurmaları zaman almıştır. Önce küçük ve sınırlı çalışma alanı olan kurumlardan daha büyük yerleşik kurumlara doğru geçilmiştir. Türkiye de hidrolik bürokrasi Devlet Su İşleri’nin 1954 de yapılanmasıyla esas şeklini almıştır. Aynı şekilde Suriye ve Irak’ta da sulama bakanlıklarının kurulması koşut bazı hedeflerin belirlenmesine neden olmuştur. Bu bürokrasiler devlet yapılanmasında önemli bir yer tutuyor ve ulusal bütçeden ciddi paylar alıyorlardı. Her ne kadar bu üç ülkenin siyasi rejimleri daha ilk kuruluş aşamalarında bile benzerlik göstermese ve daha sonra Soğuk Savaş döneminde bu üç ülkenin yolları, özellikle bir yanda Irak ve Suriye diğer yanda Türkiye olarak ayrılmasına rağmen sosyo-ekonomik kalkınma hedefleri çok benzerdir. Söz konusu hedefler tarımı geliştirmek, sulanan alanları arttırmak: binlerce hektar alandan milyonlarca hektar alanı sulamaya açmak ve çok amaçlı büyük barajlar yapmaktır. Bu barajlarla hedeflenen özellikle Fırat-Dicle’nin taşkınlarını önlemektir. Bu konuyu da içerecek biçimde Türkiye-Irak arasında “İyi Komşuluk ve Dostluk Antlaşması” imzalanmıştır. Bu antlaşmanın ek protokolünde bu konuya değinerek Fırat ve Dicle’deki taşkınları önlemek için bazı ilkeler ve kurallar belirlenmiştir. Bunlardan biri de barajların Türkiye’de yapılması gerektiğidir. Çünkü 1940’lı yıllar taşkınların, daha doğru bir terimle sellerin çok yıkıcı bir şekilde yaşandığı bir dönemdir. Barajların Türkiye’de yapılması gerektiği ve akışı düzensiz nehirlerin ancak bu şekilde kontrol edilebileceği vurgulanmıştır.

1946 andlaşması ne anlama gelmektedir ve bu dönemin sonrasında yani Soğuk Savaş yıllarında gerginleşen ilişkilerin su konusuna yansımaları nelerdir?

1946 Antlaşması’nın su konusuna ilişkin eki karşılıklı bilgi alışverişi, veri alışverişinin süreceğine yönelik modern ve ileri görüşlü hükümler içermektedir. Bir yandan ikili siyasi ilişkiler tesis edilirken bir yandan da ülke içinde hem bürokratik yapıyı geliştirme böylece de ülkenin tümünde su geliştirme projelerini tamamlama yoluna gidilmiştir. Soğuk Savaş’ın getirdiği 1940’ların sonundaki siyasi ortamda yavaş yavaş yolları ayrılmaya başlarken. 1950’lerde 60’larda artık iki ayrı kampta – Irak ve Suriye Doğu Bloğuna yakın politika izlerken, Sovyetler Birliği ile yakın temaslar kurarken, örneğin: kredi ve teknolojik destek alırken, Türkiye Batı Bloğunda yerini almıştır. Bu genel uluslararası ilişkiler çerçevesi siyasi, ekonomik kültürel, sosyal ilişkilere ve bunlarla etkileşim içerisinde olan su politikasına yansımıştır. Doğal olarak olumsuz bir yansıma söz konusu olmuştur. İşbirliği için gerekli ortam bu ayrışmadan dolayı sağlanamamıştır. Bu kısıtlara rağmen büyük projelerin başladığı dönemde, Türkiye’nin Keban Barajının inşasına başladığı 1960’lı yıllarda ve benzer hedeflerle Suriye’nin Tabka barajını başlattığı dönemde, nehirlerin akışında ciddi değişiklik olacağını fark etmesiyle Irak bu durumdan tedirgin olmuş ve su konusunu üç ülke arasında müzakere etmek istemiştir. Soğuk Savaş ortamında ve ikili ilişkilerde sorunların olduğu dönemde su konusunda düzenli olmayan teknik müzakereler süreci 1960’lar, 70’ler ve 80’lerde devam etmiştir. Müzakereler süreci her ne kadar işbirliği ve nihai kullanım anlaşmalarına destek olacak sonuçlar getirmese de, ülkelerin su politikalarını anlamada, kurumsallaşmayı izleme ve buradan nereye gidilebileceğini görmek açısından önemli bir olgular bütünüdür. Düzensiz aralıklarla yapılan bu teknik müzakerelerde, 1960’larda ve 70’lerde hidrolojik ve hidrometerolojik veriler karşılıklı değiştirilmiştir. 1980 yılında Türkiye ve Irak daha düzenli ve sürekli bir müzakere yapılanması kurulması amacıyla ortak bir komite kurmaya karar vermişler, Suriye de bu Ortak Teknik Komite yapılanmasına 1983’de katılmıştır. Hedefler ve çalışma alanı itibariyle bir ortak anlayış belirlenmeye çalışılmıştır. 1980’li yıllar ikili siyasi ilişkilerin (Türkiye ve Suriye arasında özellikle) ciddi gerilimler yaşadığı dönemin başlangıcıdır. Soğuk Savaş küresel düzeyde devam ederken bölgede ilişkiler de bozulmuştur. Türkiye ile Suriye arasında tarihsel sorunlar da bulunmaktadır. Örneğin, Hatay Sorunu çözülememiştir. Bu durum Suriye’nin bağımsızlığından beri kabullenmediği bir toprak meselesidir. Bir de buna 80’li yıllarda yoğun bir şekilde terörizmin başlamasıyla güvenlik sorunu eklenmiş ve Türkiye’nin algılaması ve bulguları, terörizmin başlangıcının ve sürmesinin arkasında komşu ülkelerin (Suriye) olduğu yönünde olduğu için ciddi güvelik meseleleri doğmaya başlamıştır. Ortak Teknik Komite (OTK) bu kısıtların altında toplanmıştır.  Toplantılara Irak, Suriye ve Türkiye’den katılan hidrolik bürokrasiler (diplomatlar ve teknokratlar) yapıcı işbirliği önerileri getirmemişlerdir. Katı ve değişmez pozisyonlarla görüşmeleri sürdürmüşlerdir. Suriye ve Irak artık birbirine çok benzeyen ve işbirliği pozisyonunda bulunan tutumlarıyla sadece Fırat sularını kapsayan bir paylaşım antlaşması yapılması üzerinde ısrarcı taleplerde bulunurken, Türkiye, Fırat ve Dicle ve Asi nehirlerinin bölgesel sular olarak ele alınacağı bütüncül bir su yönetimi talebinde bulunmuştur.

Türkiye, Ortak Teknik Komite görüşmelerinde Fırat ve Dicle’nin tek bir havza olduğunu vurgulamış ve Asi nehrindeki sorunlarını da dile getirmiştir. Türkiye ayrıca bir işbirliği önerisi olarak “Üç Aşamalı Planı” 1984’de Teknik Komite’ye getirmiş ve bu araştırma ve alan projesi çerçevesinde havzada öncelikle su ve toprak kaynaklarının bir döküm çalışmasının yapılması ve bu çalışmadan elde edilen bulgular çerçevesinde bir tahsis anlaşmasına gidilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin önerdiği, bir buçuk- iki senelik bir alan çalışması sonucunda havzada ne kadar suyun olduğunun ortaya çıkarılması, verilerin düzenli değiştirilmesi, verilerin eşgüdümünün yapılması ve bununla beraber toprak kalitesinin ve sulanabilir alanlarının ortaya çıkarılmasıdır. Ancak Irak ve Suriye Fırat’ın sularının üçte ikisinin Türkiye tarafından aşağı kıyıya bırakılmasını içeren bir paylaşım antlaşması konusunda ısrarcı olmuşlar ve OTK’nın da esasen bu antlaşmanın izlemesiyle meşgul olmasını talep etmişledir. Çatışan bu hedefler nedeniyle üzerinde uzlaşılan bir antlaşma ortaya çıkmamıştır. OTK çalışmalarına 1992’de ara vermiştir. Öte yandan su konusu daha üst düzeyde tartışılır ise belki bir çözüm bulunabilir yaklaşımıyla başbakanlar düzeyinde görüşmeler gerçekleşmiştir. Ancak 1990’lı yılların başında Türkiye-Suriye ilişkilerinin her açıdan zorluklar içermesi nedeniyle bir ilerleme sağlanamamıştır. Sınıraşan su politikasında en önemli dönüm noktası, Türkiye Suriye arasındaki bir kriz sonrası imzalanan ve güvenlik problemlerini çözen Adana Mutabakatı (1998) olmuştur. Bu durum tabi sınıraşan su kaynaklarının kullanımına ilişkin ilişkilere, havza yönetimine hemen yansımamıştır. Ama karşılıklı görüşmeler ve kurumlar arası iletişim sıklaşmış ve giderek daha önemli bir noktaya geliyor ve daha üst bir seviyeye çıkıyor. Bu arada hatırlamamız gereken bir nokta da bu havzada iki tane iki taraflı su paylaşım antlaşmasının da tüm bu müzakere süreçlerinin kapsamında ve dışında imzalanmış, karara bağlanmış olmasıdır. Biri 1987’de Türkiye-Suriye arasında ortak karma ekonomik komisyon sırasında yapılan bir antlaşmadır. Bir başka deyişle OTK’nın dışında bir girişimdir.Diğeri de Türkiye’nin olmadığı bir teknik komite toplantısında Suriye ve Irak’ın 1990 yılında imzaladığı yüzdeler üzerine bir andlaşmadır. Suriye, Fırat’ın yüzde 58’sini Irak’a bırakmaya razı olmuştur. 1987’de de Türkiye, Fırat’ın yarısını yani saniyede 500m3 suyu Suriye’ye bırakacağını, bunun geçici bir andlaşma olduğunu ama bu geçici kriterinin nihai tahsis andlaşmasına kadar olduğu vurgulanmıştır.

1998 Adana Mutabakatı sonrası ve 2000’li yıllarda Türkiye-Suriye ilişkileri ne yönde ilerlemiştir ve bu durumun su sorunun çözümüne etkisi ne olmuştur?

İki taraflı anlaşmaları bir tarafa bırakarak, 98 sonrası yeni gelişmelere bakarsak: 98 Adana Protokolü dediğim gibi bir güvenlik protokolü, Türkiye’yi ciddi bir şekilde tatmin eden bir protokol, terörizmin Suriye’den kaynaklanmayacağını ya da bunu izleyebileceğini gösteren bir protokoldür. Aynı şekilde terörizmin liderinin Suriye’den çıkarıldığı ve bunun da önemli bir kazanım olduğunu düşünerek karşılıklı güven yapıcı ilişkiler başlıyor. 2000 yılı da Türkiye-Suriye ilişkileri açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Hafız Esad’ın cenazesine Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in katılması, bunun ilk defa Cumhurbaşkanlığı düzeyinde Suriye’ye yapılan bir ziyaret olması bakımından önemli bir gelişmedir. Diğer alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir: Örneğin, ekonomik ilişkilerde hızlı bir gelişme olmuştur, uzun yıllar sorun olan çifte vergilendirme, diğer ekonomik ilişkileri engelleyici vergiler kaldırılmış ve arka arkaya yapılan anlaşmalar ve sonunda da 2004’de Serbest Ticaret Antlaşması imzalanması ekonomik ilişkilerin gelişmesini sağlamıştır. Bu siyasi ve ekonomik gelişmeler sadece devletler arasında değil; özel sektörün ve sivil toplumun da katılımıyla genişlemiş ve güçlendirilmiştir. Türkiye ve Suriye arasındaki sınır aynı zaman da akrabalık ilişkilerini de ayıran bir sınırdır. Bu sınırın yavaş yavaş bu siyasi ve ekonomik ilişkilerdeki gelişmeler sonucunda aşılabilir bir sınır haline gelmesiyle, vizelerin kaldırılmasıyla sosyal ve kültürel ilişkilerin gelişmesinin önündeki engeller kaldırılmıştır. Bu ortamda suyla ilgili ilişkilerde bir canlanma göze çarpmaktadır. İlk girişim,  2001-2002 yıllarında Türkiye’den GAP İdaresi ve Suriye’nin toprak ıslahından sorumlu kuruluşu olan ve Sulama Bakanlığı bünyesinde bulunan Toprak Geliştirme Kurumu olarak Türkçe’ye çevirilebilecek olan General Organization of Land Development  (GOLD) kuruluşunun, birbiriyle benzer hedefleri olan ilgili iki kurumun imzaladığı protokollerle ortaya çıkmıştır. Bu protokoller su paylaşımını konu alan anlaşmalar değildir ama işbirliğine yönelik yapıcı bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Suriye’nin uzun yıllar GAP’la ilgili karar-vericiler ve diğer siyasi aktörler düzeyinde sadece eleştiriler ve diplomatik protesto notalarıyla geliştirdiği ilişkilerden, işbirliği ortamına gitmediği 70li ve 80li yıllardan sonra bu iki protokolle Türkiye ve Suriye heyetleri GAP’ta zaman zaman da Suriye’de teknik görüşmeler gerçekleştirmeye başlamışlardır. Bu protokollerden sonra oluşan ortamı büyük su projelerini yerinde görüp deneyimleri paylaşmak açısından samimi yaklaşımların geliştiği ve bürokrasiler arası bir işbirliği dönemi olarak tanımlayabiliriz. Bu iki protokolde de su paylaşımına atıfta bulunulmamıştır. Suyun kalkınmadaki yerini vurgulayan, kırsal kalkınmayla ilgili, ortak araştırma projeleri, uzman değişimi ve alan çalışmaları özellikle köylerde kalkınma nasıl sağlanabilir hedeflerini içeren anlaşmalardır. Hedeflenen faaliyetler üç başlık altında toplanmaktadır: eğitim, uzman değişimi ve ortak projeler. Başlıca çalışma konuları sulama, sulamanın katılımcı yönetimi, kırsal kalkınma, toprak ıslahı ve kullanımıdır. Örneğin Suriye toprak ıslahı konusunda oldukça deneyim kazanmıştır. Suriye toprakları özelikle Fırat nehri çevresinde kireçli ve cipsli unsur içerdiği için, yıllar boyunca topraklarını ıslah ederek sulama sistemlerinin yapımı için uygun biçime getirmek için çaba göstermiştir. Öte yandan Türkiye de GAP kapsamında su ve toprak kaynaklarına dayalı çok sektörlü ve entegre bir kalkınma gerçekleştirmeye çalıştığı için bu çerçevedeki deneyimlerini bu iki protokol kapsamında paylaşmak yoluna gitmiştir. Her ne kadar bu protokoller 2002 sonrası dönemde somut uygulamalara dönüşmeseler de, hedeflenen projeler gerçekleşmese de iki kurum arasında karşılıklı danışma ve diyalog sürmüştür. Sonraki dönemde bu iki kurum arasındaki ilişki daha somut, daha üst düzey ilişkilere temel olmuştur. 2007’den buyana gözlemlediğimiz su ve toprak kaynakları ve çevreyle ilgili bakanlıklar arasında (Türkiye Çevre ve Orman Bakanlığı, Irak Su Bakanlığı, Suriye Sulama Bakanlığı) bakanlar düzeyinde ve bürokratik seviyede işbirliğini yürüten bir kurumlar ağı oluşmuştur. 2009’da İstanbul’da düzenlenen Dünya Su Forumu’nun hazırlıklarının başladığı 2007 yılında üç ülkenin su yönetimiyle ilgili bakanları çeşitli uluslararası toplantılar kapsamında görüşmelere başlamışlardır. Takip eden dönemde bu görüşmeleri sürekli bir görüşme platformuna dönüştürmüşler ve özellikle havzada yaşanan şiddetli kuraklık sorunuyla baş edebilmek için sık sık bir araya gelmişler ve soruna çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bu görüşmelerde meteorolojik ve hidrolojik veri değişiminin gerekliliği de vurgulanmıştır. Suriye ve Irak’ın reddetmesinden dolayı Üç Aşamalı Plan geçmişte uygulanamamıştır ama bu görüşmeler kapsamında Plan’ın hedeflerine benzer konular tekrar gündeme gelmiştir.

Bunun da ötesinde Türkiye 2008-2009 döneminde güney komşularıyla ilişkilerini kurumsallaştırma adına ciddi bir atağa geçmiştir. Türkiye gelişen bu ilişkiler ağını kalıcı, sürekli, ortak, yüksek düzeyli stratejik konseylerde somutlaştırma yoluna gitmiştir. Türkiye-Suriye arasında 2009 Aralık ve Türkiye-Irak arasında 2009 Eylül aylarında toplanan yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyi bakanlar toplantısı gerçekleştirilmiştir. Bu konseyler, başbakanlar ve devlet başkanları nezdinde toplanmışlardır. Kurulan konseyin yapısı, yılda en az bir kere devlet başkanları düzeyinde ve en az yılda üç kere bakanlar düzeyinde ilgili bakanların katılımı ile toplanmasını içermektedir. Bu toplantılarda sadece su tartışılmamaktadır. Sosyo–ekonomik kalkınma konuları “suyu” da içerecek biçimde ele alınmış ilgili hemen hemen bütün bakanların katılımıyla ortak kabine denilen bir oluşum yapılandırılmıştır. Bu toplantılar sonucunda hükümetler tarafından bağlayıcılığı taahhüt edilen mutabakat metinleri (ikili anlaşmalar) imzalanmıştır. Bu iki toplantıda Irak’la 48, Suriye ile 50 protokol imzalanmıştır. Bu protokollerin bir kısmı su konusuna değinmektedir. İlk toplantılardan sonra yapılan açıklamalar önemli çünkü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Suriye ile imzalanan 50 protokol ve Irak’la imzalanan 48 protokol arasında en önemli olanları su, güvenlik ve enerji protokolleri olduğunu ve bu protokollerin acilen uygulamaya geçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki su hem diğer sosyo-ekonomik ilişkilerin içinde yer alıyor hem de politik ve güvenlikle ilgili yüksek seviyeli konular arasında yer alan üç konu arasında acilen ele alınması gereken konular arasında değerlendirilmektedir. Türkiye-Suriye arasında suyla ilgili imzalanan protokollere baktığımız zaman ülkelerin pozisyonlarında değişim olduğunu görüyoruz. Çünkü bu görüşmelerde Suriye, Asi ve Dicle’yi konuşmakta sakınca görmemiştir. Asi’deki ve Fırat-Dicle nehirlerinden Türkiye’nin ve Suriye’nin ihtiyaçları ön plana çıktığı ve ciddiyetle ele alındığı için o eski katı tutumlar geri plana bırakılmış ve protokolleri görüşen heyetler bu havzalardaki meseleleri bir arada ele almışlardır. Asi ile ilgili olan Türkiye’nin taleplerini cevap verecek olan ortak bir barajın sınırda yapılmasını öngören (Dostluk Barajı) bir protokol imzalanmıştır. Dicle nehriyle ilişkin yapılan protokol ilginç bir gelişmedir çünkü daha önceleri 70’li ve 80’li yıllarda Suriye Dicle’yi görüşmek istememiş ve bu nehirle ilgili bir talepte de bulunmamıştır. Ancak yıllar geçtikçe Suriye’nin büyüyen nüfusu ve kalkınma hedefleriyle, Dicle nehrinde geliştirmeyi planladığı sulama projeleri nedeniyle, Dicle suyundan talebi artmaya başlamıştır ve özellikle 2000’li yılların başından buyana Suriye’de Kuzey Doğu sulama projesi ciddi bir boyut almıştır. Burada 150 bin hektarlık alanın sulanması planlandığı için konuyu Türkiye ve Irak’la konuşmak durumunda kalmıştır. Dicle nehri, Suriye-Türkiye, Suriye-Irak arasında sınır yapan bir sudur. Aslında sınırların kısa bir bölümünü oluşturmaktadır. Ama Türkiye’den çıktıktan sonra bu geçtiği mesafede ciddi miktarda su akmaktadır ve Suriye’nin bu suları sulama projeleriyle kanalize etme imkanı var. 2002’de Irak ve Suriye, Dicle nehri Türkiye’den çıktıktan sonraki bölümünde su pompalamasına sıcak baktığını vurgulayan iyi niyetini gösteren bir protokol imzalamıştır ve bu protokol ile Suriye, Dicle nehrinden yılda 1,2 milyar metre küp su pompalama imkanına sahip olmuştur. Benzer bir Protokol Türkiye ve Suriye arasında da imzalanmış ve Suriye Dicle’den su pompalama konusunda iki komşusunun da onayını almıştır. Diğer iki protokolde daha genel konular içermekle beraber günümüzde su konusunun yönetimi konusunda gelişmiş ülkelerin de önem verdiği en önemli konular olarak ortaya çıkan, kuraklıkla mücadele ve su kalitesini iyileştirme konularını içermektedirler. Bu konularda da tarafların somut hedefleri bulunmaktadır. 2009 yılı sonunda imzalanan bu protokoller 2010’da bakanlıklar nezdinde ki çalışma gruplarına devredilmiştir. Özellikle su kalitesini iyileştirme konusunda Türkiye’de Çevre ve Orman Bakanlığı, Suriye’nin ilgili Sulama ve Çevre Bakanlıkları, Fırat Nehri ve Asi nehrinin kollarında su arıtma tesisi yapımıyla ilgili ön anlaşmalara varmışlardır. Şimdi bu anlaşmaların uygulama, projelendirme safhasındayız. Bu noktada bir hususa dikkat çekmek gerekli. Asi nehrinde yapılması öngörülen atıksu arıtma tesisleri ile beraber Fırat ve Dicle’nin kollarında için de benzer tesislerin yapımı gündemdedir. Türkiye atık su arıtma tesislerini Çağçağ ve Cullap nehir kollarında yapılmasına destek verecek, Suriye’den de beklenen Asi’de de aynı şekilde kirliliği arıtabilecek tesislerin yapılmaya başlanmasıdır. Buradaki önemli husus: Asi nehir havzası ve Fırat-Dicle nehir sistemleri arasında anlaşma ve uygulamalarda bir ilişki ve karşılıklılık esasının benimsenmiş olmasıdır. Irak’la olan ilişkilerde imzalanan 48 protokolden suyla ilgili olanı daha genel terimler içermektedir: Türkiye-Irak arasında özellikle hidrolojik ve hidrometerolojik verilerin değişimi ve suyun verimli kullanımının önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca su kalitesinin iyileştirilmesi öngörülmektedir. Protokoller (mutabakat metinleri) henüz Resmi Gazetede yayımlanmadı. Su konusunda yapılan protokollerin içeriğinin araştırmacı ve akademisyenler tarafından dikkatle incelenip gelecekte neler getirebileceği konusunda kestirmelerde bulunmak önemlidir.

Suyla ilgili ilişkilerin işbirliği platformunda yürütüldüğü dikkat çekmekte ve kıyıdaşların söyleminde bir takım kavramsal değişimler var. Daha önce hakların öncelikle vurgulandığı: Suriye ve Irak’ın tarihi haklarını ve Fırat’ın üçte ikisini talep ettikleri “paylaşım” retoriği değişmiş artık daha çok acil su ihtiyaçlarının vurgulandığı bir anlayış benimsenmeye başlanmıştır. Elbette hala üç ülke nezdinde su haklarının tanınması ve korunması esastır. Geçmişte yapılan ve su haklarını tanımlayan 1987 ve 1990 protokolleri uygulama sürecinde başarılı olmamış ve tarafları tatmin etmemişlerdir. Türkiye 1987 Protokolü ile Suriye’nin su hakkını Fırat’ın yarısını (500m3/saniye) vererek çoktan tanımıştır. Ancak bu protokollerin büyüyen su problemlerine cevap veremediği de ortaya çıkmıştır. Su haklarının tanınması her anlamda önemlidir ama sınıraşan suların yönetiminde kuraklıkla mücadele, su kirliliğinin önlenmesi, eşgüdüm sağlanması ve havza bazında yönetiminin sağlanabilmesi daha öncelikli olarak ortaya çıkmaktadır.  Bu nedenle su haklarının tanınması ve üç ülkenin eşgüdümsüz politikalara devam etmeleri su sorunlarının çözümüne katkıda bulunmamaktadır. İhtiyaçlara odaklanılması ise kapsamlı ve uzun erimli işbirliğine olanak sağlayacaktır. Nitekim Eylül 2009’da Türkiye, Irak ve Suriye ilgili bakanları Ankara’da bir araya gelerek kuraklığın yıkıcı etkilerini hafifletebilmek amacıyla Fırat’tan su salım programını konuştular. Bu toplantı sonucunda Türkiye Fırat’tan 500 metre3 de üstünde 550 metre3 su vermeyi kabul etti. Ekim, Kasım aylarında Aralığa kadar Türkiye Suriye’ye daha fazla su bıraktı. Atatürk Barajı’nın operasyon sisteminde değişiklik yapıldı. Daha az enerji üretildi ve daha fazla su salımı sağlandı. Böylelikle, Türkiye, Suriye ve Irak’tan gelen acil su ihtiyaçlarına yönelik talebe derhal cevap vermiş oldu. Çünkü bu ikili protokoller bazı önemli ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yapılsa da havzanın tamamının yönetimini kolaylaştıracak bir anlaşma değil. Kendi içinde bütünlükleri var ancak nihayetinde bunlar ikili protokoller havza sularının etkin ve adil kullanımının tam anlamıyla sağlanabilmesi için tüm kıyıdaşların katılımıyla bir düzenleme yapılması gerekecektir.

Son zamanlarda bu doğrultuda ki Türkiye’nin girişimleri nelerdir?

Ortak Teknik Komite yeniden canlandırılıyor, 1992’den buyana toplanamayan Komite 2007 yılından itibaren yeniden toplanmaya başladı.  Mutabakat metinleri de OTK’da formüle edildi. Toplanmaya da devam edeceği vurgulanıyor. Özellikle veri değişimi, verilen toplanmasında ve analizinde bir standarda gidilmesi konusunda ülkeler arasında işbirliği mekanizmasının kurulacağı ve özellikle miktara ilişkin verilerin toplanması, ölçülmesi ve değerlendirilmesiyle ilgili bir çalışma grubunun yapılandırıldığı dikkat çekiyor. Sonuçlarının ne olacağını zamanla izleyeceğiz ama bu konudan başlanmış olması önemli. Çalışma grubu toplantılarında Türkiye Üç Aşamalı Planı gündeme getirmiş olabilir. Çünkü bu yaklaşımın (verilerin eşgüdüm ve işbirliği içinde toplanması) başlangıcı o plandadır. Ama "Üç Aşamalı Planda" su kalitesi, kirlilik, çevre koruma konuları yoktu. 1980’lerin dünyasında su kalitesi ve çevre koruma konuları hemen hemen hiçbir gelişmekte olan ülkenin veya birçok gelişmiş ülkenin gündemlerinde yoktu zaten. Şimdiki veri değişiminde Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde geliştirdiği yeni yasalar ve uygulama sürecinde ön plana çıkan su kirliliğini önleme ve çevre koruma konuları ön plana çıkmaktadır. Zaten Türkiye’de de su konularının Çevre ve Orman Bakanlığı altında yönetildiği için çevre ve kalite unsurlarının artarak sınıraşan su müzakerelerinde yerini alacağını tahmin ediyorum. Türkiye-Suriye arasında imzalanan su kalitesini iyileştirilmesini içeren protokol aslında bunu kapsar durumda. Bu protokolü formüle ederken Çevre ve Orman Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı’yla beraber esasında Su Çerçeve Direktifi kriterlerini, Türkiye’nin bu alanda uyumlaştırma çalışmalarında uygulamaya çalıştığı kriterleri ve parametreleri kullanmışlardır. Bu önemli ve iyi bir gelişmedir. Türkiye’de yeni yasal süreç çerçevesinde 25 havzada su kaynakları kalitesini ölçme, izleme ve iyileştirme amacıyla çeşitli faaliyetler başlayacaktır. Bu çalışmaların Fırat ve Dicle havzasında da uygulanacağı ve bu yeni politikaların havzada su kullanım uygulamalarına yansıyacağı öngörülebilir. Bu yeni yaklaşım sonucunda nehirlerin korunması ve gelecek kuşaklara daha temiz ve yeterli miktarda aktarılabilmesi mümkün olabilecektir.

Türkiye-Suriye ilişkilerinde ortaya çıkan gelişmeleri ve bu gelişmelerin suya etkisini Irak ile olan ilişkilerde görülebilmesi mümkün mü?

Türkiye Suriye ilişkileri oldukça kontrollü, güven arttırıcı önlemlerle zenginleştirilmiş ve iki liderin özellikle yapıcı ilişkileriyle giderek kalıcı bir işbirliği yolunda ilerlerken, Türkiye-Irak ilişkilerinde bazı gölgeler bulunmaktadır ve bu gölgeler suya da yansımaktadır. Irak Parlamentosu 2009 yılında aldığı kararla Irak’ın Türkiye ve Suriye ile gerçekleştireceği tüm siyasi, ekonomik anlaşmalarda Irak’ın su hakları tanınması gerektiği aksi takdirde bu anlaşmaların onaylanmayacağını belirtmiş ve bu karar gelişen işbirliği atmosferi için rahatsız edici bir durum yaratmıştır. Çünkü Türkiye, Irak’la bir yandan güvenlik alanında ve ekonomik alanda ilişkilerini hızla geliştirmeye çalışmakta ve bu amaçla çeşitli anlaşmalar imzalanmaktadır. Ancak bu anlaşmaların onaylanmasıyla ilgili Irak parlamentosunun çekincesinden dolayı problemler ortaya çıkmaktadır. 

Değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Doç.Dr. Ayşegül Kibaroğlu’nun Özgeçmişi

TED Ankara Koleji 1985 yılı mezunu olan Ayşegül Kibaroğlu lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1989 yılında tamamladı. University of Reading, Graduate School of International Studies bünyesinde Master eğitimini 1990 yılında tamamladı. 1991 yılında araştırma görevlisi olarak görev aldığı Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktora derecesini 1998 yılında almıştır. Fırat-Dicle havzasında su politikaları ve işbirliği olanakları, uluslararası su hukuku, uluslararası rejimler teorisi ve sınıraşan su kaynakları yönetimi üzerine yayınlanmış birçok eseri bulunmaktadır. Kluwer Academic Publishers tarafından 2002 yılında yayınlanmış olan “Building A Regime for the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin” başlıklı bir kitap eseri bulunmaktadır. Ayrıca aynı yayınevi tarafından 2003 yılında yayınlanan, Olcay Ünver ve Rajiv Gupta ile beraber derlediği “Water Development and Poverty Reduction” isimli bir derleme kitap eseri bulunmaktadır. Kibaroğlu’nun eşi Mustafa Kibaroğlu ile beraber yazdığı “Global Security Watch: Turkey” başlıklı kitap eseri 2009 yılında Praeger tarafından yayınlanmıştır. Kibaroğlu’nun Waltina Scheumann ve Annika Kramer ile beraber derlediği “Turkey’s Water Policy: National Framework and International Cooperation” başlıklı kitabı 2011 yılında Springer Verlag tarafından yayınlanacaktır. Türkiye Bilimler Akademisinden aldığı burs ile, 2002 yılında İskoçya, University of Dundee, International Water Law Research Institute bünyesinde doktora sonrası çalışmalarda bulunmuştur. Dr. Kibaroğlu 2001-2003 yılları arasında Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi’nde danışman ve uluslararası ilişkiler birimi koordinatörü olarak görev yapmıştır. Halen, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doçent Doktor olarak görev yapmaktadır.

* Bu röportaj 18 Şubat 2011’de Ankara’da Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından gerçekleştirilmiştir.