AB Üyelik Hedefi Düzen-Kurucu Rolün Neresinde?

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, Bilkent Üniversitesi U.İ.B.
Türkiye’nin ‘düzen kurucu’ ülke olarak dış politika kimliğinin yeniden tanımlanmaya çalışıldığı son günlerde dikkatlerden kaçan önemli bir konu bu kimliksel rolün Türkiye’nin AB üyelik perspektifi dikkate alınmadan ne derece gerçekleştirilebileceğidir. Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde Üçüncü Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle gündeme getirdiği Türkiye’nin çevresinde düzen kurucu bir aktör olarak hareket etmesi gereği Türk dış politika gündemini her ne kadar işgal etmis olsa da, bu bağlamda yapılan tartışmalarda Türkiye’nin devam etmekte olan AB üyelik sürecinin bu rolün gerçekleştirilmesini nasıl etkileyeceği konusu hakettigi ilgiyi görememiştir. Bu rol AB üyesi olmaktan vazgeçen ya da üyelik müzakerelerinin belirsiz bir şekilde sürmesinden rahatsız olmayacak bir Türkiye tarafından yerine getirilebilecek midir?   Gerek Türk dış politikasının karar alma sürecinde bulunan siyasetçilerin gerekse de bu politikayı olumlayan gözlemcilerin birleştikleri bir nokta yaşamakta olduğumuz küresel ve bölgesel gelişmelerin Türkiye’nin yakın çevresinde düzün  kurucu olarak haraket etmesini gerekli kıldığıdır. Mevcut hükümetin Türkiye’nin Osmanlı geçmişinden kaynaklanan tarihi,  kültürel ve stratejik zenginliğine inanması ve de ülke içersinde yaşanmakta olan ekonomik devinim, Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel düzeylerde ölçek büyütmesini mümkün kılmaktadır. Bütün bunlara son dönemde Türkiye’nin Batılı aktörlerle yaşamakta olduğu konjektürel gerginlikleri de eklediğimizde karşımıza yüzünü nispeten daha fazla Doğuya dönen ve geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak şekilde kendisini yakın bölgesindeki siyasi gelişmelerin ortasında bulan bir ülke çıkmaktadır.    Belirtmek gerekir ki, Türkiye gibi zengin bir tarihi geçmişi olan, son zamanlarda maddi güç imkanlarında dikkate değer bir artış gözlenen, bulunduğu coğrafi konum itibariyle küresel ayrışmaları ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahip bulunan ve de geçtiğimiz on yıl içersinde neredeyse parçası olduğu bütün yakın coğrafyalarda istikrasızlıkların ve çatışmaların tırmandığı bir ülkenin, dış politikasında düzen kurucu bir role soyunması son derece haklı ve anlaşılır bir şeydir. İçeride yaşamakta olduğu ekonomik kalkınmanın ve liberal demokratik dönüşümün çevredeki sorunlardan olumsuz şekilde etkilenmemesi için çevresine şekil vermek istemesi Türkiye için hem öncelikli bir ulusal çıkar hem de kimliksel duruşuyla uyumlu bir politikadır.   Lakin bu bağlamda gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta Türkiye’nin bu potansiyelini geleneksel Batı odaklı dış politika anlayışı pahasına gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğidir. Burada demek istenen Türkiye’nin geleneksel Batı odaklı dış politika anlayışını sürdürmesi gerektiği değildir. Bu zaten mümkün değildir, en azından Soğuk Savaş dinamiklerinin müsaede ettiği biçimde. Fakat çok-taraflı ve çok-boyutlu dış politika takip etme adına, uzun yıllardır Türk dış politikasının en önemli dinamiklerinden birisi olan AB üyeliğini görece olarak önemsizleştirmek de doğru değildir. AB ile son yıllarda yaşanan sıkıntılar, müzakere sürecinin oldukça yavaş ilerlemesi, Kıbrıs sorunu gibi doğrudan üyelikle alakalı olmayan siyasi konuların Türkiye’nin önüne engeller olarak çıkartılması, Avrupa kamuoyunda artmakta olan İslam ve Türk karşıtlığı, AB’nin içinden geçmekte olduğu ekonomik ve kurumsal kriz, AB karşıtlığının iç siyasi arenada puan getiren siyasi bir tavır olarak sivrilmeye başlaması, Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin kararlılığını azaltmış olabilir.  Fakat bu durum gözlemcileri bazı noktaları dikkate almaktan alıkoymamalıdır.    Vurgulanması gereken ilk nokta ülke içersinde yaşanmakta olan siyasi ve ekonomik dönüşümün üyelik sürecinden olumlu yönde etkilendiğidir. İçte yapılan reformların tabi ki ülke içi dinamikleri sözkonusudur ama AB den kaynaklanan faktörler de azımsanmamalıdır. Geçmiş bize göstermektedir ki Türkiye’nin reform sürecinin hızlanmasında AB’den gönderilen olumlu sinyaller kadar üyelik yönündeki kararlılık da etkili olmuştur. AB hedefi doğrultusunda üyelik sürecinde ilerleyen bir ülke olarak Türkiye’nin istikrarlı bir yapıya kavuşuyor görünmesi son dönemde Batı kaynaklı dış yatırmların artmasını kolaylaştırmıştır. AB üyelik hedefi güden bir ülke olmak ve bu yöndeki çabalarından dolayı da AB tarafından ödüllendirilmek Türkiye’nin küresel platformlardaki imajını hep olumlu etkilemiştir. Böyle bir ülkenin içeride istikrarlı olacağına inanan yabancı yatırımcılar Türkiye’deki yatırımlarını artırmışlardır. Üyelik sürecinde yapılan reformlar Türkiye’nin son yıllarda daha fazla demokratikleşmesini ve sivilleşmesini de mümkün kılmıştır. Düzen kurucu ülke kimliğinin gerçekleştirilebilmesinde belki de ilk şart Türkiye’nin içerideki yapısal sorunlarını bir an önce halletmesi ve kendi söküğünü dikemeyen terzi görüntüsünden kurtulmasıdır. Bunun olabilmesinde ise AB üyeliği yolunda yapılan reformlar etkili olmaktadır.     Üyelik sürecinin devamı ve Türkiye’nin radikal dönüşümü ülkenin genişletilmiş Ortadoğu bölgesindeki imajının da olumlu yönde değismesini mümkün kılmaktadır. Türkiye’nin çevresinde sözünün daha fazla dinleniyor olmasında ve de bölge ülkelerinin gözündeki cazibesinin artmasında, AB üyelik sürecinde ülkenin yaşamakta olduğu dönüşüm inkar edilemez. Neticede farklı medeniyetleri, kültürleri, dinleri ve de siyasi coğrafyaları sağlıklı bir şekilde birleştirmeyi kendisine hedef edinen bir ülkenin Batı uluslar topluluğunun en önemli temsilcilerinden birisi olan AB’yi dışlaması hiç de mantıklı değildir. Türkiye’nin birleştirici ve bağlayıcı rolünün pekişmesi kendisinin birleştirmeyi istediği taraflarla sağıklı ve iyi ilişkileri olmasına bağlıdır. Sorulabilir ki Türkiye’nin AB ile iyi ilişkileri olması için onun mutlaka AB üyelik hedefi peşinde koşması mı gerekir? Teorik olarak bu soruya ‘hayır gerekmez’ cevabı hemen verilebilirse de, iki taraf arasındaki ilişkilerin tarihsel yaşanmışlıgı ve bunun ortaya çıkardığı ortak hafıza dikkate alındığında, Türkiye’nin AB üyelik hedefinden sapması, ya da bu yolda devamlı şekilde üyelik sürecini üyeliğin kendisinden daha fazla önemsediğini göstermesi, AB tarafında Türkiye’nin niyetlerine ilişkin tartışmaları ve kuşkuları körükleyecektir. Benzer bir durum AB’den Türkiye’ye bakışta da söz konusudur. Geçmişte Türkiye’ye verilen sözler ve Türkiye’nin önce aday ülke ilan edilmesi sonrasında Turkiye ile üyelik müzakerelerinin resmen başlatılması, Türkiye ile üyelik dışı alternatifleri ortaya atanların ellerini zayıflatmaktadır. Bu kadar katedilen aşamadan sonra tarafların birbirlerine kavuşma yönundeki niyetlerini ve politikalarını ciddi anlamda sorgulamaya başlamaları, ikili ilişkilerde kesinlikle bir deprem etkisi yaratacaktır. Bunun ise Türkiye’nin küresel ve bölgesel arenadaki yükselmekte olan cazibesini nasıl etkileyeceği neredeyse kesindir: Olumsuz.    Önemsenmesi gereken bir diğer nokta, Türkiye’nin bölgesindeki komşu ülkeler tarafından AB üyesi olmaya çalşan bir ülke olarak değerli bulunmasıdır. Nüfüsu ekseriyetle müslüman olan laik bir devlet olan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmayı başaramadığı bir durumda, ülkenin çekim gücünde ve çevresine yaymaya çalıştığı modelin cazibesinde ciddi aşınmaların olacağı aşikardır. Bölge ülkeleri yüzü Batıya dönük, dış politikası kestirilebilen, çevresine istikrar ve güvenlik ihraç eden, ve de en önemlisi Batı ile Doğu arasında köprü olmayı başarabilen bir Türkiye görmek istemektedirler.    Son zamanlarda Ortadoğu bölgesinde yaşanmakta olan sosyal, siyasi ve ekonomik çalkantılar, liberal-demokrasi merkezli bir dönüşümün ne kadar fazla arzulanmakta olduğunu göstermektedir. Bölgenin bu yönde dönüşmesinde Türkiye’nin AB üyeliği yolunda edindiği kazanımları ve tecrübeleri kullanmasının ne kadar isabetli olacağı ortadadır. Küresel ekonomik ve siyasi düzene eklemlenmenin mevcut rejimlerin varlığının sürmesinde ne kadar önemli olduğu her geçen gün daha fazla ortaya çıkarken, Türkiye’nin bu yöndeki avantajlarını kullanması gerekir. Bunu sekteye uğratacak gelişmelerden kaçınılması doğru olur.            Vurgulanması gereken bir diğer nokta ise Türkiye’nin düzen kurucu rolünü ve takip etmekte olduğu aktif dış politikayı AB üyelik sürecine paralel olarak çok daha kolay yerine getirebileceğidir. AB’nin Ortadoğu bölgesine ilişkin takip ettiği politikalar özü itibariyle Türkiye’nin takip etmekte olduğu komşuluk politikalarıyla uyuşmaktadır. Bazen AB’den bağımsız bazen de AB pahasına insiyatifler alınacağına Türkiye’nin AB’nin mevcut polikalarını şekillendirmeye çalışması çok daha mantıklı olabilir. Bu sayede, Türkiye’nin AB üyeliğine itirazı olan çevrelerin ellerindeki kozlardan birisi de alınmış olacaktır.    Son kertede Türkiye’nin bölgedeki değeri onun liberal-demokratik dönüşümler neticesinde ortaya çıkması muhtemel Batı karştı yönetimlere örnek oluşturmasında değil, bilakis Batı ile İslam cografyası arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı ve işbirliği odaklı olabileceğini göstermesinde yatmaktadır. Uzun vadeli çıkarlar, kısa vadeli siyasi kazanımlara kurban edilmemelidir.