IŞİD, Kobani ve Güvenli Bölge Tartışmalarının Gölgesinde Uluslararası Toplumun Samimiyet Testi

Prof. Dr. Tayyar Arı, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Kobani (Ayn El Arap) merkezli olarak İŞİD’le mücadele konusundaki tartışmalar hız kesmeden devam ederken, uluslararası toplumun yeniden bir samimiyet testinden geçtiği kesin. Basmakalıp cümleler kurmaktan kaçınmak gerekir, ama Türkiye’yi eleştiren bazı Amerikalıların bile Obama’nın Suriye politikasında yaşadığı çelişkiyi gizleyemediklerini görmek hakikaten ilginç. Dün kimyasal silahlar konusunda (kaygılarının insani olduğu şüpheli) gösterdikleri kararlı tavrın bir benzerini IŞİD’le mücadele konusunda da gösterenler, en az 200,000 Suriyelinin öldüğü ve yaklaşık 9 milyon insanın ya başka ülkelere sığınmak zorunda kaldığı ya da yerinden edildiği bir kriz karşısındaki politikalarını kendi toplumları karşısında bile izah edemedikleri bir gerçek. Durum böyleyken bir takım diplomatik söylemlerin arkasına sığınarak Türkiye’yi suçlayan imalarda bulunmak eleştiriyi hak etmektedir. Ancak dün Esad’ı bir numaralı düşman ilan eden kesimlerin bugün bir anda IŞİD sorununu gündemlerinin temel önceliği haline getirmesi, sorunun sadece ötelenmesine yarayacaktır. Bu durumun meseleye asla kalıcı bir çözüm getirmeyeceğini sanırım en iyi bilen Türkiye’nin Batılı müttefikledir. Bu tür mücadelelerin son yirmi yılda herhangi bir başarı kazanmadığını Afganistan, Pakistan, Irak, Yemen ve Somali örnekleri göstermiştir. Obama, bunlardan özellikle Yemen ve Somali örneklerini başarı olarak sunmaktadır ancak istikrar açısından bu ülkelerde gelinen nokta ortadadır. Bu bağlamda El Kaide’nin süzeranlığını kabul eden örgütlenmelerin giderek Mali ve Nijerya gibi ülkeleri de tehdit eder hale geldiğini bütün dünya kamuoyu izlemektedir.
 
Kaldı ki IŞİD bir anda ortaya çıkmış bir örgüt de değildir. 2003’te Ebu Musab el Zerkavi tarafından kurulmuş olan ve 2006’da Zerkavi’nin ölümünden sonra Irak İslam Devleti adını almış olan örgüt, genel olarak Irak el Kaidesi olarak bilinmekteydi. 2010’dan sonra Ebubekir el Bağdadi’nin liderliğini yaptığı örgüt, IŞİD adını 2013 Nisanında Suriye’de El Nusra ile birleştiğini açıkladıktan sonra kullanmaya başlamıştır. Gerçi iki örgüt arasında yaşanan liderlik sorunu dolayısıyla bu birleşme uzun sürmemiş ve aynı ay içinde El Nusra lideri (Ebu Muhammed el Cevlani)  bu birleşmeyi reddetmiştir. Buna rağmen örgüt aynı adı kullanmaya devam etti. Hatta Eyman el Zevahiri tarafından 2014 Şubatında yapılan açıklamada örgütün eylemlerinden sorumlu olmadıklarını açıklayarak örgütün el Kaide ile bağlantısının sona erdiğini ilan etmiş oldu. Bunlara ilave olarak ABD’nin Irak’ta 2011 Aralığına kadar bütün kara ve hava unsurlarıyla söz konusu örgütle mücadele ettiği halde kesin bir başarı sağlayamadığı akılda tutulmalıdır.
 
Dolayısıyla söz konusu örgütlerin ortaya çıkmasına yol açan ve radikalleşmeyi arttıran unsurların göz ardı edilmesi halinde sorunun çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bunlar arasında en önemlisi Irak işgali ve sonrasında Irak hükümetinin Sünni Arap ve Kürt unsurları sindirmek ve tasfiye etmek için takip ettiği politikalara sessiz kalınmasıdır. Suriye boyutunda ise iç savaşın uzaması ve kapsamlı bir çözümün uygulanmaması ile son süreçte IŞİD’le mücadele konusunda sergilenen siyasi iradenin ve kararlılığın ortaya konamamış olmasıdır. Yine tüm bunların yanında Gazze’de binlerce Filistinlinin ölümünü İsrail’in savunma hakkı olarak görme ve altmış yılı aşkın işgale seyirci kalma ve Mısır’da halk iradesiyle seçilmiş bir cumhurbaşkanına bir yıl bile tahammül edemeden devrilmesini destekleme gibi politikalar da kanımca etkili olmuştur.  Ayrıca bu örgütlerin yabancı savaşçı bulmasını kolaylaştıran unsurlar arasında yaşadıkları ülkelerdeki sosyo-kültürel şartların etkisini de göz ardı etmemek gerekir.
 
Mesele Rusya ve Çin vetosunun arkasına sığınarak Suriye meselesindeki pasif tutumu örtbas etmek ve Suriye sorunundaki kaybedilen prestiji burada telafi etmekse durum başka. Ayrıca bunu Orta Doğu halkını ve hatta insanlığı büyük bir tehlikeden kurtarma retoriği ile sunmak ise “samimi kararlılık” adı verilen operasyonun samimiyetine gölge düşürmektedir. O zaman yapılması gereken, öncelikle Suriye ve Irak’taki mevcut siyasi ortamlara kalıcı çözümler getirmek için el birliği ile çalışmak ve bu siyasi proje ile eş zamanlı olarak mevcut IŞİD ve benzeri bütün yabancı savaşçıların bu ülkelerden çıkması için birlikte ne gerekiyorsa yapmaktır. Net bir politik kararlılıkla mevcut sorunları da içine alacak kapsamlı bir siyasi projeye kesinlikle ihtiyaç bulunmaktadır. Yoksa yirmi yıl önce olduğu gibi yirmi yıl sonra da aynı sorunları ve bu sorunların ürettiği başka sorunları konuşuyor olacağız. Dolayısıyla bölgedeki sorunların ve dramatik gelişmelerin tamamına kalıcı bir çözümü de içine alacak bir mücadele stratejisi geliştirmek gerekmektedir. Son zamanlarda IŞİD ile mücadele konusunda siyasi kararlılığın bir benzerinin bu konularda da ortaya konulması halinde başarı elde edilebilir. Suriye rejiminin kimyasal silahlardan arındırılmasını öngören BM kararının (2118/2013 nolu karar) ve IŞİD ile mücadele konusundaki BM kararlarının (2170/2014 ve 2178/2014 nolu kararlar) oy birliği ile alındığı hatırlanmalıdır. Tüm bu gerçekler göz ardı edilerek yani mevcut sorunların IŞİD benzeri yapılanmaları farklı adlarla üreteceğini görmeden takip edilecek askeri politikaların kısa vadede lokal (mahalli) bir takım başarılar kazansa da kalıcı olmayacağını herkes görmelidir.
 
Bu çerçevede güvenli bölge ve uçuşa yasak bölge uygulamaları bu kapsamlı projenin önemli bir ayağı olabilir. Bugüne kadar bu tür uygulamalar genellikle BM kararıyla veya BM kararı olmaksızın ama sonuçta uluslararası toplumun desteğiyle söz konusu olmuştur. Böyle bir durumda da buradaki bir yapılanmada özellikle Türkiye sınırında oluşturulacak gücün harekât planlarında Türkiye’nin belirleyici bir inisiyatife sahip olması büyük önem taşımaktadır. Zira 1991-2002 arasındaki Çekiç Güç ve Keşif güç uygulamalarında yaşanan sorunların tekrarı gündeme gelebilir. Böyle bir uygulama Türkiye açısından kısa vadede Esad rejimini sona erdirmese bile IŞİD ile mücadele esnasında yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan yeni göçlerin yaşanmasını engelleyecektir. En azından bu göçlerin Suriye içinde tutularak normalleşme yaşandığında tekrar yaşadıkları yerlere intikalleri daha kolay sağlanacaktır. Sonuçta 1991 Irak savaşı sonrasında kuzey Irak’taki güvenli bölge uygulaması bu amaçla oluşturuldu ve oldukça başarılı da oldu. Aksi halde hem Kobani örneğinde olduğu gibi IŞİD saldırılarından kaçan, hem IŞİD’e yönelik operasyonlardan kaçan hem de Esad güçlerinin saldırılarından kaçan Suriyeliler Türkiye’ye gelmeye devam edecektir.  Sayıları 2 milyonu aşan söz konusu sığınmacıların sayısı Türkiye için giderek sadece ekonomik bir faturayla kalmayıp, toplumsal ve siyasal sonuçları tahammül sınırlarını zorlayabilir. Ayrıca bu insanların tekrar kendi ülkelerine geri dönmeleri ve rehabilite edilmeleri de giderek zorlaşabilir.
 
Bu nedenlerle meseleye etnik ve politik kaygılardan öte insani kaygılarla hareket ederek soruna kalıcı çözüm önerilerine ihtiyaç bulunmaktadır. Kobani meselesinde sorunu etnik bir soruna indirgeyerek çözüm sürecinde gelinen noktayı tehlikeye atmak ise bu süreçte takip edilebilecek en tehlikeli politikalardan biridir. Türkiye’nin bölgedeki tüm Kürt sorununu çözme gibi bir sorumluluğu varmış gibi hareket ederek bu bölgeden gelen sayıları 200,000’i bulan Suriyeli Kürtlere yapılan yardımı ve desteği örtbas etmek taraflar arasındaki güven ortamına zarar vermekten başka bir işe yaramayacaktır. Bir taraftan Türkiye’den destek istemek diğer taraftan Türkiye’nin çıkarlarıyla taban tabana zıt politikalar takip etmek çelişkisi ise sürdürülebilir bir politika değildir. Özellikle çözüm sürecine yönelik çabanın zarar görmemesi hassasiyetine odaklı bir güven ortamının Türkiye’nin politikalarını olumlu yönde etkileyeceğini görmeyen bir politika da sürdürülebilir değil. Bu gerçeği Erbil görürken PYD ve onu destekleyen kesimlerin ısrarla görmemesi bu yanlış politikanın uzun vadeli olamayacağının apaçık kanıtıdır.