Ortadoğuda’ki Devrimler İçin Kısa Bir Not: Gerçekten Devrim mi?

Doç. Dr. Rasim Özgür Dönmez, Abant İzzet Baysal Üniversitesi U. İ. B.
Devrim, Türk Dil Kurumunun büyük sözlüğüne göre şu anlamları taşımaktadır: “Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik; yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme”. Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan daha sonra Mısır, Libya, Suriye ve bölgedeki birçok ülkeye yayılan hükümete muhalif grupların, yönetimin veya yönetim felsefesinin değiştirilmesi taleplerini, yukarda verilen devrim tanımlarına göre devrim olarak adlandırabilir miyiz? Bu sorunun cevabının bugünkü uluslararası sistemi anlamada ve Türkiye’deki karar alıcıların ilerdeki politikaları için önemli ipuçları vereceğine inanmaktayım.

Yukarıdaki devrim tanımlarına bakıldığı zaman, Ortadoğu’da devrim olarak adlandırılan eylemlerde iki önemli temel konunun ortaya çıktığını düşünmekteyim. Bunlardan ilki Ortadoğu’daki devrimlerin ani olmayıp, özellikle 1980 sonrasında daha kurumsallaşan küresel ekonomik ve finans sistemine “devrim” eylemlerinin çıktığı ülkelerin ayak uyduramaması sonucunda meydana gelmiştir. Bu bağlamda bakıldığı zaman bu ülkeler küreselleşmenin önemli bir kavramı olan yönetişim kavramına ayak uyduramamışlar, insan güvenliğini ve toplumsal refahı ülkelerinde sağlayamamışladır. Bu ülkeler arasında her ne kadar Mısır gibi güçlü bir devlet olduğunu iddia eden ve gerçekten bölge gücü olan bir devlet olsa da, bu ülkeler yönetimi tabana yayamayan ve azınlığın, çoğunluğun taleplerini yeterince önemsemeden yönettiği “güçsüz devletlerdi”. Bu devrimler olmasaydı bile, konunun uzmanları bölgedeki diktatörler gidince bu tip ayaklanmaların çıkacağını öngörüyorlardı. Bu çerçevede bakarsak, toplumsal kargaşanın çıkması anlamında ani ama evrim sürecinde beklenilen toplumsal eylemlerdi.

İkinci tanımda ise devrim; toplumsal yaşayışta (sosyal devrim) ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişim olarak adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle eski ile ani bir şekilde zaman kopuşu, ulusal kurumlarda radikal değişiklikler ve yeni siyasal, sosyal -ve bazı zamanlarda da ekonomik- yeni bir paradigmanın ortaya çıkışı olarak adlandırabiliriz. Fransız Devrimi, Bolşevik Devrimi, Küba Devrimi ve Türk Devrimi bunlara örnek verilebilir. Her ne kadar Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının etkilerinin uzun bir zaman sonra daha iyi görüleceği gerçeği varsa da, şu anda geldikleri yer itibarıyla Tunus’ta, Mısır’da ve Libya’da sistem devrimde olması gereken bu radikal değişiklikler için hiçbir emare vermemektedir. Bugün Bin Ali ülkeden gitmiş olsa da, Tunus’taki siyasal sistem, yönetim biraz daha fazla tabana yayılarak devam edecektir. Mübarek’in gitmesinin hemen akabinde Mısır ordusu kontrolü eline almış, yavaş bir rejim değişikliği için çaba sarf etmektedir. Libya’da ise Kaddafi sonrası süreçte, Kaddafi yanlısı aşiretler ile ona karşı olan aşiretlerin ortak bir aday çıkarması beklenmektedir. Tüm bu sistemlerde eskiye göre siyasal kültürde bazı değişiklerin olacağı kesin gibi gözükse de, bu değişim devrim tanımındaki gibi radikal bir değişim olmayacaktır.

O zaman Ortadoğu’da gelişen olayları nasıl açıklayabiliriz?  Ortadoğu’daki bu olayların uluslararası kapitalist sistemin restorasyonu olarak adlandırılabileceği olarak düşünüyorum. Başka bir deyişle, vücudumuzda, vücuda uyamayan hastalıklı bir organın kendisini yenilemesi olarak görmenin daha doğru olacağına inanıyorum. Burada karıştırılmaması gereken nokta, bunu Batı’nın istediği ve parmağı olduğu bir süreç olarak değil; tam tersine Batı’ya rağmen, küresel kapitalist sistemin kendi kendine yaptığı bir restorasyon olarak görüyorum. Bunu da 2 ana nedene bağlıyorum:

Bunlardan ilki, söz konusu ülkelerin uluslararası ticaret ve finans sistemine ayak uyduramaması ve bu çerçevede refahı ve yönetimi tabana yayamaması olarak görüyorum. Bu bağlamda küçük bir azınlığın yönetimi ve refahı elinde tutuğu ama toplumsal huzursuzluğun en yüksek seviyede olduğu bu rejimler küresel güvenlik sistemi için zaten tehdit olan ülkelerdi. Bunun nedeni ise küresel kapitalist sistem -Dünya Ticaret Örgütünün felsefesinde de açıkça vardır- tüm insanların yaşam standardını arttırmayı amaçlamaktadır. Başak bir deyişle küresel kapitalist sistemin daha çok orta sınıflar üzerinden kendisini kurgulamaktadır ve bu ülkeler de orta sınıf kavramı Batı’daki muadillerine göre oldukça zayıftır.

İkinci olarak ulus devletin ve kurumlarının sorunlu bir şekilde oluştuğu -veya Batı tarafından oluşturulduğu- bu coğrafyada modernite ve küresel kapitalizmin etkisiyle tüm dünyanın şu an için yaşadığı ulus devletin dönüşüm süreci burada ağır bir şekilde yaşanmaktadır. Ayşe Kadıoğlu’nun ulus ve devletin boşanması olarak gördüğü bu süreç, bu “devrimlerin” olduğu otoriter yönetimlerde kurumsal ve felsefi anlamda değişime ve demokratikleşmeye yeterince izin vermediği için farklı siyasal, etnik ve dini grupların yönetimde yer bulmak için siyasal şiddet yolunu seçmesine yol açmıştır. Bu süreçte El-Cezire’nin ve sosyal medyanın rolünü de unutmamak gerekir. Sivil toplum ile ulusal ve uluslararası kamuoyunun iletişimini sağlayarak ve hatta köprü işlevi görerek, devrilen otoriter liderlere yönetişimin ne olduğu bağlamında geç de olsa devrimler olmadan önce ne yapmaları gerektiğinin dersini vermiştir.

Her iki süreç de uluslararası kapitalizm, küresel ve bölgesel güvenlik açısından tehdit yaratan unsurlardı. Ancak Batı, bu ülkelerin otoriter liderleriyle ulusal çıkarları ve bölgesel çıkarları için ilişki kurmuştur. Burada olan ciddi ve sistematik insan hakları ihlallerini görmezlikten gelmiştir. Bu bölgelere insan haklarından daha çok tamamlayıcı güvenlik paradigmasıyla yaklaşmıştır. Bu yüzden Batı bu yönetimlerin yıkılması karşısında ilk başta şaşkınlığı üzerinden atamamıştır. Ancak bu yönetimlerin sürdürülemeyeceği anlaşılınca yeniden bölgeyi tasarımlamak için kolları sıvamışlar, bölge için nerdeyse 30 seneden beri unuttukları insan hakları ve demokrasi gibi kavramları yeniden hatırlamaya başlamışlardır. Şu ana kadar olan süreçte de Libya hariç başarılı oldukları gözlemlenmektedir. Buna dayanarak bu ülkelerin sistemlerinde devrimsel radikal bir değişikliğe izin vermeyecekleri anlaşılmaktadır. Burada sorulması gereken soru kontrol edilemeyen İran İslam devrimi gibi bir süreci kim ister? Bir başka soru ise burada olacak devrim ve kontrol edilmeyen bir taban hareketi başa gelir ve dilediği gibi yönetmeye kalkarsa İsrail’in durumu dahil Ortadoğu ve küresel güvenlik ne olur?