Suudi Arabistan’ın Filistin, Lübnan ve İran Odaklı Gelişmelere Yönelik Politikaları

Giriş
Ortadoğu’daki son bir yıllık askerî istikrarsızlık ve çatışma ortamı, Körfez ülkelerinin ekonomi politik gündemlerini büyük oranda daha güvenlik-odaklı bir gündem ile ikâme etmelerine yol açmıştır. 7 Ekim 2023 öncesinde Hindistan-Ortadoğu-Avrupa (IMEC) projesi, COP konferansları, NEOM akıllı şehri gibi apolitik ve daha çok ticaret/kalkınma/iş birliği ve bağlantısallığın gündemde olduğu projeler ile gündeme gelen Körfez ülkeleri, kısa sürede kendilerini İsrail’in Hamas ve Gazzeli gruplar, Hizbullah ve son kertede İran ile süren mücadelesinin ortasında buldular.

Her ne kadar Körfez ülkeleri taraflar arasındaki mücadeleye askerî anlamda müdahil olmasa da gerek ateşkes gerekse de yürütülen siyasi süreçlerin odağında yer alan diplomatik çabaların merkezinde yer almışlardır. Buna ilaveten bu karmaşık süreçleri ABD, Rusya ve Çin gibi ülkelerle temas hâlinde yürütmeleri gibi faktörler, Körfez ülkelerinin dış politikalarının büyük oranda savunma ve güvenlik konuları etrafında şekillenmesine sebep olmuştur. Bu siyasî ve askerî iklime, Filistin meselesinin sınıraşan boyutu eklendiğinde Körfez ülkeleri, halklarının Filistin’e destek talepleri hususunda yerel/ulusal, bölgesel ve uluslararası gündemlere angaje oldular. Bu çerçevede 7 Ekim sonrası süreçte Suudi Arabistan dış politikası kritik gündemler etrafında şekillendi.

Filistin politikası
Ortadoğu’da 2016-2020 döneminin bölgesel iklimi sürecinde BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan neredeyse Ürdün’den (1994) 26 yıl ve Mısır’dan (1979) 45 yıl sonra İsrail’i diplomatik olarak tanıyan bölge ülkeleri olmuşlardı. Suudi Arabistan henüz İsrail ile normalleşme sağlayan ülkeler arasında yer almasa da Binyamin Netanyahu hükûmeti ile Muhammed bin Selman’ın 2016-2020 arasında gerçekleştirildiği iddia edilen temaslar ile 2020 sonrası Joe Biden yönetiminde Jake Sullivan, Brett McGurk, Barbara Leaf ve Antony Blinken gibi üst düzey ABD'li diplomatların Suudi-İsrail normalleşmesini sağlama yönündeki çabaları, 7 Ekim öncesinde Suudi Arabistan’ın bu meseleye pragmatik bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir. İsrail ile normalleşme diyaloğunun ötesinde Suudi Arabistan’ın meseleye dair politikası, 2002 yılında dönemin Veliaht Prensi Abdullah bin Abdülaziz tarafından Lübnan’daki toplantıda çerçevesi çizilen “Arap Barış Girişimi”nin vurguladığı gibi İki Devletli Çözümün desteklenmesine dayanmaktadır. Nitekim Suudi Arabistan geçtiğimiz günlerde BM bünyesinde tekrardan İki Devletli Çözüme dair uluslararası bir komite kurulmasını sağlamıştı.

Suudi Arabistan, 7 Ekim’in başından itibaren bölgesel anlamda gerginliğin tırmanmasını engellemek ile ilgili açıklamalarını kademeli olarak İsrail’in hukuksuz ve orantısız saldırılarını kınamaya doğru çevirdi. Bu çerçevede Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi yerel/bölgesel ve uluslararası örgütlerde özellikle Filistin topraklarındaki insanî durumların hafifletilmesine, ateşkes süreçlerinin sağlanmasına ve bunun yanında İki Devletli Çözümün sorunun tek adil sonucu olabileceğini vurgulayan çabaların kurumsallaştırılmasına yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır. Gerek kendi ülkesinden gerekse de geniş Arap sokaklarından cılız-yahut-güçlü olsa da daha büyük ve etkin bir rol oynayabileceğine yönelik toplanan eleştirilere rağmen Suudi Arabistan, bütün bu süreçteki çabalarını ABD gibi etkin batılı güçler ile uyumlaştırmaya çalıştı.

Her ne kadar Suudi Arabistan, devam eden İsrail işgalini büyük oranda kınayıp eleştiren açıklamalara yer verse ve Filistin adına yerel, bölgesel ve uluslararası çabaları kurumsallaştırsa da özellikle bölgesel siyasette İran’a ideolojik, amaçsal ve taktik yakınlıkları hasebiyle Hamas ve benzeri gruplara olan sınırını korudu. Hatta Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da gerçekleştirilen suikast sonucu öldürülmesine bir süre sonra siyasi bir açıklama gerçekleştirmeden İİT bünyesindeki bir toplantıda dışişleri bakanı yardımcısı düzeyinden tepki vermekle yetindi. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın Filistin merkezli gelişmelere yönelik politikası, Arap sokağının güçlü bir temsilcisi olma rolüne soyunmanın yanında gerek ABD’yi gerek İsrail’i ve gerekse İran’ı dengeleyen bir stratejiyi takip etti.

Lübnan politikası
7 Ekim’in çok kısa bir süre ardından İsrail ile Hamas ve Gazzeli gruplar arasındaki çatışma ortamı, İsrail’in askerî/sivil hedef ayırt etmeyen topyekûn sindirme politikasına dönüştü. Bunun akabinde ise her ne kadar çatışmalar Gazze’nin kuzeyinden daha güneydeki Han Yunus ve Refah’a dayansa da İsrail’in kuzeyinde Lübnan sınırında Hizbullah ile çatışmalar neredeyse her gün hız kesmeden devam etti. Dolayısıyla bu çerçevede, çatışmalar ve İsrail saldırganlığı kısa süre içerisinde Lübnan Hizbullahı’nı da etkiler hâle geldi. Suudi Arabistan, Lübnan’daki İsrail saldırganlığını Filistin’e benzer şekilde kınayan ve bu tip eylemlerin bölge istikrarını bozduğuna yönelik açıklamalarda bulundu. Fakat yine 7 Ekim’den bu yana sürecin önemli bir dönüm noktası olabilecek Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah’ın Beyrut’ta hava saldırısında öldürülmesine ilişkin olarak doğrudan bir tepki gelmedi.

Fakat özellikle Eylül-Ekim 2024 tarihlerinde, İsrail ile Hizbullah arasındaki çatışma ortamının ve İsrail’in Beyrut geneline saldırılarını büyük oranda artırmasının, Suudi Arabistan’ı ciddi oranda rahatsız ettiği görülmektedir. Suudi Arabistan’ın, kontrolsüz İsrail saldırılarının ve bu saldırılara yönelik hâlen büyük oranda koşulsuz ve güçlü olan Batılı mühimmat, psikolojik ve ideolojik desteğin, Ortadoğu’nun genel istikrarı üzerinde yaratabileceği olumsuz etkilerden derin endişe duyduğu gözlemlenmektedir. Hatta bu sebepten ötürü Suudi Arabistan’ın, kamuoyundaki İsrail karşıtlığını yatıştırma amacıyla Hamas ve Hizbullah üyelerini “terörist” olarak lanse eden yayınlara karşı soruşturma başlatıp ilgili yayınları tedavülden kaldırması örnek gösterilebilir. Bununla birlikte, Lübnan’daki Filistin merkezli gelişmelere benzer şekilde, Suudi Arabistan’ın söylemsel düzeyde bir denge politikası izlediği; askerî gerginliklerin azalmasını sağlamak ve İsrail’in askerî kapasitesini kontrollü bir şekilde kullanma eğilimini teşvik etmemek amacıyla bir politika benimsediği söylenebilir.

İran politikası
7 Ekim gelişmelerinin ve sonraki süreçlerin Ortadoğu siyasetinde kesintiye uğrattığı eğilimlerin büyük çoğunluğunda Suudi Arabistan bir aktör olarak yer almaktadır. Bunlardan ilki Suudi Arabistan ve İsrail arasındaki normalleşme diyaloğu iken bir diğeri Mart 2023 tarihinde Umman, ve Irak’ın kolaylaştırıcılığı ve Çin’in ara buluculuğunda kotarılan Suudi Arabistan-İran normalleşme diyaloğudur. Bunlardan bir üçüncüsü ise Kızıldeniz’de 7 Ekim’in ardından artan oranda bir askerî kapasite kullanma istekliliği ile öne çıkan İran-destekli Husiler ile Suudi Arabistan arasındaki ateşkes ve Yemen iç savaşının siyasi çözüm sürecinin duraklamasıdır. Bütün bu eğilimlerden özellikle İran ile diyalog ve Husiler ile ilgili meseleler, Suud’un 7 Ekim sonrası bölgeye yönelik dış politikasında önemli kesitleri temsil etmektedir.

İran’ın Hamas ve diğer Gazzeli gruplara, Hizbullah’a ve diğer Şii milislere, İsrail karşısında verdiği söylemsel, ideolojik ve yer yer lojistik desteği, doğal olarak Körfez ülkeleri ile İran’ın ilişkilerinin gerginleşebileceğinin sinyallerini vermektedir. Özellikle nisan ayında Suriye’de İran’ın diplomatik misyonlarının vurulması, İran Devrim Muhafızları’nın komutanlarının İsrail tarafından hedef alınması ve Haniye, Nasrallah ve Sinwar suikastleri sonrasında, İran’ın İsrail’e ve İsrail’in İran’a yönelik büyük saldırı olasılıkları, her daim Körfez ülkelerini ciddi oranda politika üretme konusunda zorluklarla baş başa bırakan süreçler oldu.

Fakat son döneme bakıldığında özellikle İran’ın ılımlı Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan döneminin de etkisiyle gerek uluslararası kurumlar AB, BM ile gerekse ABD gibi uluslararası aktörler ile İran’ın diyaloğunun artmış olmasıdır. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi’nin ABD’de BM Genel Kurulu’nun açılışının ardından uzun süre temaslarda bulunması ve ardından Suudi Arabistan’da Başbakan Muhammed bin Selman ile görüşmelerde bulunması, Suudi Arabistan’ın İran ile diyaloğu rafa kaldırmadığını, aksine bunu yoğunlaştırdığını göstermektedir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Netanyahu yönetiminin ABD ve diğer Batılı müttefiklerine dayattığı "molla rejiminin düşürülmesi" politikasının, Körfez ülkeleri, özellikle Suudi Arabistan tarafından büyük ölçüde desteklenmediği görülmektedir. Bunun desteklenmediğinin en büyük göstergelerinden bir tanesi de Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin, İran’a İsrail ve batılı ülkeler tarafından belki koordine olarak gerçekleştirilebilecek önalıcı/yahut cevap verici saldırılarda kendi ülkelerinin birer üs olarak kullanılmalarına izin verilmeyeceğinin açıklanmasıdır. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın İran’a ve İran merkezli 7 Ekim sonrası gelişmelere yönelik politikası önce ülkenin, ardından bölgenin çıkarlarını ve istikrarını dikkate alan bir stratejiyi takip ettiğini söylemek doğru olacaktır.

Buradan nereye?
Son bir yılda bölgedeki askerî istikrarsızlık, İsrail saldırganlığı ve siyasi/ekonomik/askerî belirsizlikler, ekonomik kaynaklarını çeşitlendirip petrole dayalı ekonomiler olma yolundan farklılaşmaya çalışan Körfez ülkelerinin planlarına sekte vurdu. Bu ülkelerin başında gelen Suudi Arabistan, içerideki kamuoyunun sınır-aşan taleplerini doğru yöne kanalize etme, geleneksel/tarihî Suudi dış politikasından sapmama ve bütün bunları takip ederken ABD ve diğer batılı ülkeler ile dengeyi bozmama adına bir strateji izledi.

Bu çerçevede dikkatli bir dış politika izlemek durumunda kalan Suudi Arabistan, İsrail ile normalleşme diyaloğunu 6 ay 1 yıl gibi kısa dönemler için rafa kaldırmış gibi görünmektedir. Aynı zamanda ulaşım, iş birliği ve her şeyden önce istikrarlı bir coğrafyaya ihtiyaç duyan projelerin finansmanındaki zorluklar ve istikrarsızlıklar hasebiyle bir süre ertelemeyi göze alacak gibi görünmektedir. Bunun yanında ise İran ile ilişkilerini yönetmek durumunda olan Suudi Arabistan bir taraftan güvenlik ve savunma odaklı stratejilerinde ABD desteğinin koşulsuz ve kalıcı olmasını müzakere ederken bir taraftan İran’ın bölgede tamamen izole olup daha radikal bir aktöre dönüşmesinin de tehlikesinin farkında olduğu imajını çizmektedir.

Bu görüş yazısı, Kasım 2024 tarihinde Kriter Dergisi’nde "Suudi Arabistan’ın Filistin, Lübnan ve İran Odaklı Gelişmelere Yönelik Politikaları" başlığıyla yayımlanmıştır.