Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliğini Düşünmenin Ve Katılım Müzakerelerini Canlandırmanın Tam Zamanı

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Avrupa Birliği’nin şu an içinden geçmekte olduğu ekonomik kriz ortamında bazı Avrupalılar Türkiye’nin üyeliği konusunda hiç de acele etmemek gerektiğini düşünüyor olabilirler. Halbuki, yakından bakıldığında mevcut şartların Türkiye’nin AB üyeliğini hızlandırması gerektiği pekala iddia edilebilir. Türkiye’nin potansiyel üyeliğinin AB’nin yaşamakta olduğu ekonomik ve dış politika krizlerini aşmasında yardımcı olacağı öne sürülebilir. AB’nin uluslararası bir aktör olarak yaşamakta olduğu ekonomik kriz, zengin Kuzey Avrupa ülkeleri ile daha fakir Güney Avrupa ülkeleri arasında büyüyen çatlak, AB ülkelerinin ekonomik krizden çıkış noktası olarak Çin’in elindeki döviz rezervlerinden medet umması ve AB üyesi ülkelerin Arap Baharı olarak adlandırılan olaylar karşısında ortak bir tutum takınamamaları bu bağlamda dikkat çekici gelişmelerdir.

Yaşanmakta olan ekonomik krize paralel olarak, AB ülkeleri dış, savunma ve güvenlik politikaları alanlarında da tek sesli olmaktan hala çok uzaktadırlar. 2009 senesinin Aralık ayında Lizbon Antlaşması yürürlüğe girdiğinde birçok gözlemci bundan böyle AB üyelerinin yüksek-politika alanlarında daha kolay işbirliği yapabileceklerini öngörmüştü. Bu anlaşmanın içerdiği  “sürekli yapısal işbirliği” mekanizması isteyen AB üyesi ülkelerin savunma ve dış politika alanlarında daha fazla entegrasyona gidebilmelerinin yolunu açmaktaydı. Halbuki son bir sene içinde yaşanan gelişmelere bakıldığında ortaya çıkan manzara hiç de umut verici değildir. Örneğin, Libya’ya NATO liderliğinde uluslararası askeri bir müdahele öngören Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının alınmasında Almanya çekimser kalmıştır. Bu operasyon, Libya her ne kadar Avrupa kıtasının yanı başında da olsa, AB yerine NATO çatısı altında düzenlenmiştir. Benzer bir şekilde, AB üyeleri arasında Filistin yönetiminin Birleşmiş Milletler üyesi olması ve BM’nin UNESCO gibi kurumlarında yer alması konusunda bir görüş birliği yoktur. Son olarak da, geçtiğimiz senenin sonlarında İngiltere ve Fransa arasında imzalanan güvenlik ve savunma işbirliği anlaşmaları, ikili mekanizmalar içinde gerçekleşmiştir. AB’nin askeri anlamda en güçlü iki üyesi olan İngiltere ve Fransa aralarındaki askeri işbirliğini pekiştirmek için AB’nin kurumsal yapıları yerine ikili mekanizmaları kullanmayı tercih etmişlerdir.

Diğer taraftan, Türkiye’nin son yıllarda yaşamakta olduğu ekonomik zenginleşme, Türk ekonomisinin son küresel krizden pek olumsuz etkilenmemesi, Türkiye’nin yumuşak gücünde gözlenen artışlar, Arap Baharı vesilesiyle Türkiye’nin bir ilham kaynağı olarak öne çıkması ve Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanmakta olan yakınlaşma, Türkiye’yi AB’nin gözünde daha değerli kılmalıdır.

Bazı gözlemciler, Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” politikasının Arap Baharı sırasında iflas etmekte olduğunu ileri sürmüşlerse de, Türkiye’nin orta Doğu politikasının uzun vadede bu gelişmelerden kazançlı çıkacağını iddia etmek yanlış olmaz. Evet, Esad karşısında Türkiye’nin takındığı muhalif tutum Türkiye-Suriye ilişkilerinde son on yıldır yaşanmakta olan balayını sona erdirmiştir. Evet, Türkiye’nin Suriyeli demokratik muhalif güçler yanında yer alması Ankara’yı Tahran ile karşı karşıya getirmiştir. Iran’ın Esad rejiminin devamını kendisinin Orta Doğudaki nüfuzunun devam etmesinde önemli görmesi ve Türkiye’nin NATO füze savunma kalkanı projesine aktif şekilde katılması Türk-İran ilişkilerinde bir ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Evet, Türkiye ve İsrail Arap Baharına farklı pencereden bakmaktadırlar. Türkiye mevcut baskıcı rejimlerin daha demokratik ve temsili olanlarca yer değiştirmesini savunurken, İsrail komşusu olan Arap ülkelerindeki gelişmeleri olabildiğince ihtiyatlı karşılamakta ve ve bu ülkelerde yaşanacak rejim değişikliklerinin kendisinin kuşatılmışlık durumunu pekiştireceğine inanmaktadır.

Türk dış politikasının bir çalkantı sürecinden geçmekte olduğu doğrudur, ancak uzun vadede Türkiye’nin Orta Doğu bölgesindeki demokratik değişim sürecinden kazançlı çıkacağı ortadadır. Türkiye’nin bu süreçte kullanabileceği en önemli kozu kendisinin yaşamakta olduğu liberal demokratik dönüşüm süreci ve bunun bölge ülkeleri nezdinde yaratmakta olduğu cazibedir. Türkiye’nin bu özelliğini vurgulaması onu bölgedeki diğer ülkeler nezdinde, özellikle de İran ve Suudi Arabistan, daha avantajlı konuma getirecektir. Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplumun sözde siyasi islamcı gelenekten gelen bir iktidar yönetiminde tercihini liberal, laik ve demokratik değerlerden yana kullanıyor olması, Türkiye’yi Arap Baharı çerçevesinde ilham kaynağı haline getiren en önemli faktördür.

Avrupalılar Türkiye’nin bu özel konumunun farkına varmış olacaklar ki, son zamanlarda Avrupa’dan Türkiye’nin önemine dair daha güçlü sesler yükselmeye başlamıştır. Üst düzey Avrupalı siyasilerin ve bürokratların Türkiye’ye yapmakta olduğu ziyaretler ve Türkiye ile tıkanmış olan müzekere sürecinin yeniden canladırılmasına ilişkin verilen mesajlar Avrupa’nın Türkiye’yi kaybetmek istemediğinin en önemli göstergeleridir. Türkiye’nin dinamik ekonomisinin AB’nin yaşamakta olduğu ekonomik krizin aşılmasında oynayabileceği rol ve Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde liberal, laik ve demokratik değerlerin yerleşmesi bağlamında takındığı öncü tavır AB’nin kendi yakın çevresinde daha inandırıcı ve etkili bir rol oynamasını kolaylaştıracaktır.

Bu durum Kıbrıs sorunundaki tıkanmışlık ve Sarkozy-Merkel çizgisinin bundan böyle Türkiye-AB ilişkilerinde bir engel oluşturmayacağı anlamına gelmez. Aksine, AB içinde Türkiye’nin potansiyel üyeliğine ilişkin muhalefet hala ciddi oranlardadır. Avrupalıların yaklaşık yüzde otuzu Türkiye’nin olası üyeliğini desteklemektedirler. Artmakta olan aşırı sağ ve yabancı düşmanlığı, çok-kültürlü toplum yapısının sorgulanıyor oluşu ve Avrupalıların cebindeki paranın değer yitiriyor olması, Türkiye’ye karşı olan muhalefeti hala canlı tutan faktörlerdir.
Ancak diğer taraftan da, son ekonomik kurumsal kriz neticesinde AB içinde ortaya çıkmaya başlayan “çok vitesli Avrupa” , “farklılaştırılmış üyelik” ve “değişken geometri” söylemleri, Türkiye’nin olası üyeliğini daha da kolaylaştırabilir. AB entegrasyon sürecinin daha esnek tanımlandığı ve Türkiye’nin Avrupalı dönüşümünün hızlanarak devam ettiği bir ortamda Türkiye’nin üyeliği daha kolay hazmedilecektir. Türkiye’nin bu süreçte üzerinde hassasiyetle durduğu en önemli nokta ise, AB-Türkiye işbiliğinin mevcut katılım müzakereleri çerçevesinde yürütülmesidir. Üyelik dışı ara çözümler, örneğin kurumsallaşmış “stratejik diyalog” , Türkiye-AB ilişkilerini başka mecralara sokabilir. Her ne kadar bazı Avrupalılar bu tarz ara çözümleri sıklıkla dile getirmeye başlamışlarsa da, Türk liderlerin, Türkiye’nin çıkışta AB’nin ise düşüşte olduğuna inandıkları bir ortamda, bu önerilere destek vermeleri zordur.