Türkiye’nin BM Vetosunu Anlamak

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, oguzlu@b
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımalara ilişkin yapılan oylamada Türkiye’nin Brezilya ile birlikte ‘hayır’ oyu kullanması Türk dış politikasının seyrine ilişkin yapılan tartışmaları tekrar alevlendirdi. Birçok gözlemci BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında fikir birliğinin sağlandığı bir ortamda Türkiye’nin ‘hayır’ oyu kullanmaya cesaret edemeyeceğine, en azından ‘çekimser’ kalacağına inanmaktaydı.   Bunda özellikle Türkiye’nin Batılı müütefikleriyle ters düşmek istemeyeceğine dair inanç belirleyici olmaktaydı. Obama ile başlayan yeni dönemde, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler karşılıklı çıkar birlikteliğine dayanacak, ABD Türkiye’nin Kıbrıs, PKK ve sözde Ermeni soykırımı konularındaki tutumuna destek olurken, Türkiye de ABD’yi Irak, Afganistan, Orta Doğu Barış süreci ve İran konularında destekleyecekti.   Diğer taraftan Avrupa Birliği, gerek kendi başına bir kurum olarak, gerekse de önemli AB üyesi ülkeler, başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere, İran konusunda son zamanlarda ABD’nin tutumuna daha fazla yaklaşmışlar ve bu bağlamda diplomasi yoluyla İran’ın tutumunun değiştirilmesinin mümkün olmadığı bir durumda zor kullanımının söz konusu olabileceğini söylemeye başlamışlardı. Atlantik’in iki yakası arasında var olduğuna inanılan görüş farklıkları son zamanlarda giderek azalmaya baslamış ve Avrupalılar ABD’nin görüşlerine daha fazla destek vermeye başlamışlardı. Buna göre, Türkiye, AB üyesi olmaya çalışan bir ülke olarak dış politikasını AB’nin öncelikleri ile uyumlaştırmak zorunda kalacak ve İran konsunda Batı’nın yanında yer alacaktı. Neticede Türkiye, Batılı devletler gibi İran’ın nükleer bir güce dönüşerek Ortadoğu bölgesindeki güç dengelerini kendi lehine çevirmesini istememekteydi.     Ayrıca, Rusya ve Çin’in ABD’nin önerilerini benimsediği bir ortamda Türkiye’nin ‘hayır’ oyu vererek bütün eleştiri oklarını üzerine çekmek istemeyeceğine inanılmaktaydı. Bahsi geçen bu iki ülkenin diplomatik yöntemlere öncelik verilmesi gerektiğini söyledikleri ve sınırlı da olsa İran’a karşı ekonomik amborgoların ve askeri seçeneklerin uygulanmasına karşı oldukları dikkate alınırsa, Türkiye’nin kraldan çok kralcı davranmak istemeyeceği düşünülmekteydi.   Halbuki, bütün bu beklentilerin tersine Türkiye oylamada ‘hayır’ oyu kulanmaktan çekinmemiştir. Bunun bir kaç nedeni vardır. İlk olarak Türkiye’nin ‘evet’ oyu vermesi onun uzun bir süredir oynamakta olduğu aktif arabulucuk rolüyle çelişecekti. Batı ile İran arasındaki nükleer gerginliğin sona erdirilmesi için ciddi çaba harcayan ve bu bağlamda nükleer takas mutabakatının imzalanmasına önayak olan Türkiye’nin, birden bire bu tutumunu yok sayarak ekonomik amborgoyu desteklemesi kendisiyle ters düşmesi anlamına gelecekti.   ‘Çekimser’ oy vermek ise Türkiye’nin İran bağlamında sürmekte olan gerginlikte belirli bir tutumu olmadığı ve bu konuyla fazla haşır neşir olmak istemediği anlamına gelecekti. Halbuki bu krizin nasıl seyrettiği ve muhtemel sonuçları Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarını yakından etkilemektedir. Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarıyla en fazla uyumlu olacak bir çözümü ortaya çıkarmak istediği dikkate alınırsa bunun gerçekleşmesinin ‘çekimser’ kalınarak mümkün olamayacağı ortadaydı. Türkiye’nin bu sorundan birinci derecede etkilenecek ülkeler arasında olduğu düşünülürse, özellike ciddi bir ekonomik ambargo ve askeri güç kullanımı durumlarında, Türkiye’nin ‘çekimser’ kalabilme lüksünün olmadığı görülecektir.     ‘Hayır’ oyunu mümkün kılan bir başka faktör böyle bir tutumun ortaya çıkaracağı muhtemel zararların, bunun beraberinde getireceği muhtemel faydalardan daha az olarak hesaplanması olabilir. Evvela söz konusu yaptırımların çok sınırlı olduğu ve İran’ın yaşamsal ekonomik aktivitelerinin bundan zarar görmeyeceği belirtilmelidir. Bu durum bile ekonomik yaptırımlara ‘evet’ oyu veren ülkelerin, ki başta Güvelik Konseyi’nin daimi üyeleri gelmektedir, ancak mümkün olan en asgari müştereklerde anlaşabildiklerini göstermektedir. Bu minvalde Çin ve Rusya’nın şiddetli itirazları ve karşı önerileri doğrultusunda söz konusu yaptırımların içinin ciddi anlamda boşaltılmış olması Türkiye’yi ‘hayır’ oyu kullanması noktasında cesaretlendirmiş olabilir. Çin ve Rusya’nın ‘hayır’ oyu verdiği için Türkiye’yi hiç bir şekilde eleştirmemeleri ve onu uluslararası konsensusa aykırı davranmakla suçlamamaları dikkat çekicidir.   Türkiye’nin ‘hayır’ oyu her ne kadar Batılı ülkeler tarafından oylamanın hemen ertesinde eleştirilmiş olsa da ilerleyen günlerde açıkça ortaya çıkmıştır ki Türkiye ve Brezilya’nın bu tutumu diplomatik kanalların hala söz konusu olabileceği noktasında önemsenmektedir. Batılı liderlerin yapmış oldukları açıklamaların çoğu, bu yöndeki çabaların devam etmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Türkiye ve Brezilya’nın oylamadaki tutumları kriz ortamının daha alt seviyelerde kalmasına yardımcı olmuştur denebilir.   Türkiye’nin ‘hayır’ oyunu mümkün kılan bir diğer neden ABD ve AB içerisinde diplomasiye daha fazla şans verilmesi gerektiğine inananların zorlayıcı yöntemleri desktekleyenlere karşı hala etkli olmalarıdır. Bu bağlamda ABD Başkanı Obama’nın inandığı ve açıkladığı prensipler gereği diplomasiye daha fazla şans vermek isteyebileceği, buna mukabil Yeni Muhafazakar çevreler ve yerlesmiş dış politika elitlerinin ise ambargodan yana tutum takınmaları çok normal olacaktır. Obama’nın tek başına olsa Türkiye’nin politikalarına destek vereceğine, halbuki mevcut dengeler içersinde hareket ederek ambargo seçeneğini desteklemek zorunda kaldığına inanan ciddi bir kesim vardır.   Oylamanın sonrasında ortaya çıkan tepkilerden ötürü Türkiye’nin mevcut politikasından vazgeçeceğini düşünmek pek gerçekçi olmayacaktır. Tam aksine Türkiye’nin bölgesindeki griftleşmiş sorunların çözümünde oynamakta olduğu aktif arabuluculuk çabalarının hızlanacağını ileri sürebiliriz. Bu herşeyden önce bir tutarlılık ve inandırıcılık meselesidir. Son dönemde gözlemekte olduğumuz Türk dış politikasındaki nornatif ve ahlaki uyanış ve bunun gerektirdiği elini taşın altına koyma refleksi devam edecektir. Aksi bir politika Türkiye’nin bölgesinde düzen oluşturmak bağlamında yeniden tanımlamakta olduğu dış politikasında ciddi bir tutarsızlık örneği oluşturacaktır.   Türkiye’nin aktif arabuluculuk girişimlerinin hızlanmasını mümkün kılabilecek bir önemli neden Türkiye ile Batılı aktörlerin aslında İran’ın nükleer silah elde etmemesi noktasında benzer düşündükleridir. Her iki taraf da Ortadoğu bölgesinin nükleer silahlardan arındırılması, İran’ın en kısa zamanda uluslararası sisteme sorumlu bir aktör olarak geri dönmesi, Ortadoğu bölgesinin artık sorun üreten değil küresel ekonomik sisteme başarıyla entegre olmuş bir yer olması ve ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilmeye başladığı bir ortamda İran’ın yeni bir küresel çatışma odağı olmaması gerektiğine inanmaktadır.  Mevcut ABD yönetimin sorunun diplomasi yöntemiyle çözülmesinden elde edeceği faydalar çoktur.  Bu bir yandan ABD’nin azalmakta olan yumuşak gücünü tekrardan yükseltecek, diğer yandan da sınırlı kaynakların ülke içersindeki ekonomik krizin ortadan kaldırılmasında kullanılmasını mümkün kılacaktır. Göreceli olarak düşüşte bir güç olan ABD’nin yaşamakta olduğu sistemsel ve dahili sorunlarının çözülmesinde en fazla ihtiyacı olan şey istikrarlı ve çatışmalardan uzak bir küresel siyasi iklimdir. Genel olarak dünyada özel olarak da Ortadoğu bölgesinde ABD karşıtlığını tekrardan yükselteceği kesin olan İran’a karşı askeri bir operasyon ve kapsamlı bir ekonomik amborgunun ne kadar isteneceği tartışmalıdır.     Unutulmaması gereken Batılı çevrelerde İran’ın niyetleri ve politikalarına ilişkin ciddi bir kuşku ve güvensizlik havasının olduğudur. Bu durumun Türkiye’nin ön ayak olduğu nükleer takas mutabakatı benzeri girişimlerle birden bire ortadan kalkacağına inanmak fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Ama gene de iddia edilebilir ki söz konusu mutabakatın olmadığı bir durumda yaptırımları öngören BM Güvenlik Konseyi kararı çok daha ağır şartları içerebilirdi. Mutabakatın İran’ın sahip olduğu düşük yoğunlukta zenginleştirilmiş uranyumun önemli bir kısmının, neredeyse yarısına yakınını, İran’ın elinde kalmasına müsaade ettiği ve İran’ın hiçbir şekilde uranyum zenginleştirme hakkından vazgeçmediği dikkate alınırsa ambargo kararının alınması çok daha kolay anlaşılır.