Türkiye Orta Doğu’daki Demokrasi Adayları İçin Model Olabilir mi?

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu, Bilkent Üniversitesi U.İ.B.
Bu soruya verilebilecek en kısa cevap “Evet, ama!”dır. “Evet” çünkü Türkiye bütün eksikliklerine rağmen, çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu bir toplumun bütün kurumlarıyla işleyebilen bir demokrasi olabileceğini göstermektedir. “Ama” çünkü Ortadoğu’daki bütün ülkeler kendi özel iç dinamiklerine sahiptirler ve başka ülkeleri rol modeli göstermek bu ülke insanlarının ulusal onurlarıyla çelişecektir. Ortadoğulular özellikle dış güçlerin kendi iç işlerine karışmamaları noktasındaki hassasiyetleriyle bilinirler. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye ancak “teori” ve “niyetler” bağlamında örnek ülke olarak görülebilir. Türkiye, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplumun İslam dini ve muhafazakar değer yargılarının laik devlet kimliği ve liberal sosyo-ekonomik model ile başarılı bir şekilde birleştirilebileceğini gösteren örnek bir ülkedir. Bunun yanında, Batı toplumunun başat aktörleri ile yüzyıllara dayanan fonksiyonel ve işbirliği odaklı ilişkilerini dikkate aldığımızda, Türkiye, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin sözde emperyalist ve güç peşinde koşan Batılı ülkelerle nasıl dostluğa dayanan ilişkiler kurulabileceğini gösterebilir. Bu perspektiften bakıldığında,Türkiye, İslam coğrafyasının hem liberal-temsili demokrasiyi yaşamasını hem de Batılı aktörlerle pragmatik ve işbirliği odaklı ilişkiler kurmasını ‘isteyenler’ tarafından herzaman anılan ve aranan bir ülke olacaktır. Fakat, Türkiye’nin örnek oluşturabilme değerini vurgulayanlar Türk modelinin uygulanabilirliğini tartışırlarken bölgesel dinamikleri mutlaka dikkate almalıdırlar. Türkiye’de liberal demokrasinin gelişmesini mümkün kılan içsel ve dışsal faktörler bahsi geçen Ortadoğu ülkelerinde bulunmayabilir.

Evet

Kuramsal olarak bakıldığında, Türkiye’nin altı karakteristik özelliği onun rol oluşturabilme potansiyelini desteklemektedir. İlk olarak, Türk ordusu geçmişte uzun süre iktidarda kalmak adına askeri müdahelelerde bulunmamıştır. “Paşalar” Türkiye’nin laik demokrasisinin tehdit altında olduğunu ve  ülkenin anarşinin eşiğine geldiğini hissettiklerinde siyasete müdahele etmişlerdir. Fakat, ne zaman ki siviller bir daha asla aynı hataları yapmama bilinci ile iktidara gelmişler, o zaman ülke normale dönmüştür. Bunun yanında, her ne kadar Türklerin çoğunluğu geleneksel olarak orduyu en güvenilir kurum ve Cumhuriyet’in koruyucusu olarak görmüşlerse de uzun dönemli askeri yönetimleri asla onaylamamışlardır. Türkler, iktidarda güçlü paşaları değil, ehil ve sorumlu davranabilen sivilleri görmek isterler.

İkinci olarak, sözde “Türk İslamcıları” laik güvenlik elitinin gözetimi altında radikal ve geri döndürülemez bir dönüşümden geçmişlerdir. Geçmişten edinilen dersler, özellikle de 1997 yılındaki post-modern darbe deneyiminden, bu kesimlerin liberal demokratik normlar çerçevesindeki dönüşümlerini hızlandırmıştır. Her ne kadar bazı “siyasi islamcılar” Türkiye’de yukarıdan-aşağı bir İslam devleti oluşum sürecini desteklemiş olsalar da, bu kesimler her zaman için azınlıkta kalmışlardır. Çoğunluk, İslam’ı siyasi bir ideoloji olmaktan çok ya bir din ya da bir kültür olarak tanımlamıştır. Sosyal anlamda muhafazakar ve dindar müslümanların iktidara gelebilmeleri ve liberal demokratik sınırlamalar içerisinde ülkeyi yönetebilmeleri/yönetmeleri gerektiği fikri sözde Türk siyasal İslamcıları tarafından içselleştirilmiştir. Geçmişte ne İran ne de Suudi Arabistan,Türk İslamcılarına örnek oluşturmuştur. Ayrıca, Türk İslamcıları, en az kendilerini mevcut rejimi olası tehliklere karşı korumakla görevli gören laik devlet elitleri kadar, milliyetçi olduklarını kanıtlamışlardır. Milliyetçilik, hem laik elitler hem de İslamcılar tarafından kendi siyasal mevcuiyetlerini meşrulaştırmada ortak bir platform olarak etkili olmuştur. Söylemeye gerek olmasa da, her iki tarafın benimsediği milliyetçilik, bir yandan bu kesimlere Türk halkının gözünde meşruiyet kazandırırken, diğer yandan da özü itibariyle,savunmacı, başkalarına kuşku ile bakan, tepkisel ve populist bir karakter taşımıştır.

Üçüncü olarak, Türkiye Batılı ülkelerle işbirliği odaklı ilişkiler geliştirebilmiş ve neredeyse Batı’yı temsil eden bütün uluslararası örgütlere üye olarak katılmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Avrupa Birliği yönünde katettiği mesafe özellikle değerlidir. Türkiye’nin liberal demokratik Batılı ülkelerle geliştirdiği ilişkiler önemlidir, çünkü Ortadoğu bölgesindeki ülkelerin çoğu bağımsızlıklarını Osmanlı İmparatorluğu ile Batılı güçler arasındaki siyasi mücadelenin neticesinde kazanmışlardır. Batı, hem imparatorluklar çağında bölgenin siyasi hayatında önemi bir rol oynamış, hem de 2. Dünya Savaşı sonrasında bölgesel jeopolitik gerçekliklerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Batı, Ortadoğu Bölgesi’nde, İsrail’in egemenliğinin ve topraksal mevcudiyetinin sağlanmasından tutun da petrol sahalarının ve nakil yollarının korunmasına kadar bir sürü konuda, hayati çıkarlara sahiptir. Bu bölgenin 11 Eylül saldırıları sonrasında Batı için öneminin artmış olması bölge ülkelerinin mevcut küresel siyasi sisteme entegre olmalarını ve bu bağlamda Batılı ülkelerle işbirliği odaklı ilişkiler geliştirmesini daha da elzem hale getirmiştir. Türkiye’nin Batı ile kurmuş olduğu ilişkiler bunun nasıl yapılabileceğini gösterebilir. Türkiye, Batıyla Batı’nın içinden biriymiş gibi konuşabilmektedir.

Dördüncü olarak, 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı sonrasında ortaya çıkan küresel ve bölgesel jeopolitik ortam sözde Türk modelinin önemini daha da ortaya çıkarmıştır. Her geçen gün daha fazla Batılı insan İslam ile liberal demokrasinin uyuşmadığına ve Müslümanların potansiyel olarak Batılı hayat tarzına tehdit oluşturduğuna inanırken, Ortadoğulu insanların İslam’ın barış ve hoşgörü vaadeden bir din olduğu ve ekonomik kalkınma ve siyasi özgürleşmeyi engellemediğini gösterme yönünde hissettikleri baskı arttmıştır. Türkiye, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumlara bu süreç çerçevesinde kendi geleneksel değerlerine sadık kalarak mevcut küresel-siyasi-ekonomik sisteme başarılı bir şekilde nasıl entegre olunabileceğini gösterebilir.

Beşinci olarak, Türkiye, geçmişte “medenileştirici ve öğretici” bir söylem benimsemediği için ayrı bir avantaja daha sahiptir. Ne Osmanlı İmparatorluğu ne de Türkiye Cumhuriyeti başkalarına herhangi bir rol modeli empoze etmeye kalkışmamışlar ve insanlığın erişebileceği en üst seviyeyi temsil etme iddiasını taşımamışlardır. Başkalarını medenileştirmek Türk milli kimliğinin oluşturucu bir unsuru olmadığı gibi Türk Dış Politikası’nın temel dinamiklerinden biri de olmamıştır. Şayet bugün Türkiye’nin Ortadoğu Bölgesi’ndeki yumuşak gücünün son yıllarda arttığı iddia edilebiliyorsa, bu özünde Türkiye’nin demokrasisinin kalitesini arttırmasından, ekonomik kalkınmasından ve diplomasisinde daha fazla sivil araçları kullanmasından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar Türk karar alıcıları Ortadoğu’daki mevcut rejimlerin kendi halklarının taleplerini karşılamaları için daha fazla çalışmaları gerektiğini söylüyorlarsa da, Ankara, demokrasinin dışarıdan ya da silah zoruyla Ortadoğu Bölgesi’ne getirilmesini şiddetle eleştiren başkentlerden biri olmuştur. Bundan dolayı, Türkiye’nin yumuşak gücünün onun örnek oluşturabilme kapasitesinden kaynaklandığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Altıncı olarak, Türkiye başka bir neden dolayı da değerlidir. Her ne kadar ülke içerisindeki artan demokratikleşme ve sivilleşme Türkiye ile Batı arasındaki “patron-müşteri” tarzı ilişkinin ciddi oranda değişmesini mümkün kılmışsa da, bu durum Türkiye’nin Batı’daki değerinin aşınmasına neden olmamıştır. Türkiye devam etmekte olan demokratikleşme süreci boyunca Batı’ya karşı ne kadar fazla şüpheci ve eleştirel bakmaya başlamışsa, Batı da Türkiye’yi o kadar fazla değerli bulmaya başlamıştır. Türkiye’nin işbirliğinin kazanılması gerektiği fikri Türkiye’nin liberal-demokratik dönüşüm sürecine paralel olarak güçlenmiştir. Demokratikleşmenin Ortadoğu bölgesinde başlangıçta Batı-karşıtı görüşleri güçlendirme ve Batı’nın da buna karşılık olarak bölgenin demokratikleşmesini kaygı verici bulma olasılığı varsa da, Türkiye’nin Batı ile geliştirdiği özel ilişkiler böyle bir sonucun mutlaka ortaya çıkacağı anlamına gelmemektedir.

Ama

Yukarıdaki paragraflarda sözde Türk modelinin uygulanabilirliğine ilişkin dile getirilen bütün olumlu görüşlere rağmen, bazı faktörler Türkiye’nin cazibesini azaltmaktadır. Bahsedilmesi gereken ilk faktör, mevcut Türk hükümetinin Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin liderleri ile geliştirmekte olduğu pragmatik/faydacı ilişkilerin Ortadoğulu insanların kendi yöneticilerini devirme yönündeki istekleriyle çeliştiğidir. Türk yöneticilerin bir an önce cevaplamak zorunda oldukları soru, pragmatik/reelpolitik bir dış politika ile insan unsurunun baskıcı rejimlere karşı güçlendirilmesini hedefleyen idea-politik arasındaki dengenin nasıl kurulacağıdır. Türkiye bu açmazdan ne kadar uzun süre muzdarip olursa, o kadar az örnek alınacaktır. Buradaki temel risk, özünde ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerini güçlendirmeyi hedefleyen ve bölgesel-siyasi sorunların çözülmesinde daha fazla görünür olmayı önemseyen dış politika anlayışının Ortadoğuluların akıllarını ve kalplerini kazanmada yeterli olmayacağıdır.

İkinci olarak, Türkiye bölgeye ilişkin önceliklerini göründüğünden çok daha net bir şekilde tanımlamalıdır. Türk dış politikasını inceleyen bir çok gözlemci, Türkiye’nin kendi bölgesinde neyi istemediği konusunda hemfikirse de, Türkiye’nin tam olarak neyi istediği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı ve belirsizlik durumu söz konusudur.

Üçüncü olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik ihtimalinin gittikçe azalması sözde Türk modelinin kabul edilebilirliğini zora sokmaktadır. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, bir yandan Ortadoğu bölgesindeki insanların çoğu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasını isterken, diğer yandan da Türkiye kendi yumuşak ve sert güç imkanlarının artmasında AB üyelik sürecinden istifade etmektedir. Batı ile kurulan sağlam kurumsal ilişkiler Türkiye’yi Ortadoğu bölgesinde istisnai yapan en önemli faktördür.

Son olarak, Türkiye’nin başkalarına örnek olabilmesi için, içeride yaşanmakta olan dönüşüm liberal bir demokrasiyi ortaya çıkarmalıdır, illiberal bir demokrasiyi değil. Bu bağlamda asıl sorumluluk mevcut Türk hükümetinin omuzlarındadır. Mevcut hükümetin muhalefete, devlet bürokrasisine, etnik gruplara, basına ve komşu ülkelere nasıl baktığı/yaklaştığı Türkiye’nin potansiyel bir rol-model olabilmesinde turnusol kağıdı vazifesi görecektir.