Lübnan Patlamaları ve Beklentiler

Lübnan, Ortadoğu’da küçük ama önemli bir ülkedir. 20 civarında farklı dinî grubun tam oranları bilinmese de ana grupların, her biri %30 civarında Hristiyan, Şii ve Sünni nüfus olduğu kabul edilmektedir. %5 civarında da Dürzi nüfus yaşamaktadır. Lübnan Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesi ve bölge güvenliği, Suriye krizi, ülkenin İsrail’e komşu ve Hizbullah üzerinden İran’ın kontrolüne girmiş olması, çok dinli ve mezhepli yapısı gibi nedenlerden dolayı hacminden çok daha fazla stratejik öneme sahiptir. Ülkede 1970’ler ve 1980’lerde 200 bin civarında cana mal olan iç savaşın ekonomik ve psikolojik maliyeti ise çok daha büyük olmuştur. İç savaştan sonra ortaya çıkan siyasi tablo da refah ve istikrar getirmemiştir. 1980’lerin ilk yarısında İsrail, ülkenin güney kısmını işgal etmiştir. Lübnan, iç savaştan sonra 30 yıl Suriye işgali altında kaldığı için kendi ayakları üzerinde duramamış ve yine tahribat görmüştür. 2005 yılında Sünni ve karizmatik lider Refik Hariri’nin suikasta uğraması nedeniyle oluşan tepkilerden sonra Suriye, Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmıştır.

Hariri cinayetinin arkasında İran destekli ve Esed rejimiyle iş birliği içindeki Hizbullah’ın olduğu ileri sürülmüş ve bu konuda BM Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi’nde dava açılmıştır. Aradan geçen 15-20 yıllık sürede, İran destekli Hizbullah siyasi ve silahlı faaliyetleriyle neredeyse tüm ülkenin kontrolünü eline geçirmiştir. Ülkede güç dağılımı mezhepsel bir kota sistemine dayansa da İran hem Hristiyan hem Sünni siyasetçilerden kendisine yakın grupları iktidara getirmeyi başarmıştır. Ancak bu durum Lübnan’ın refahını ve huzurunu olumsuz etkilemiştir. Hizbullah ile İsrail arasında tekrarlanan savaşlar da ülke ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Yine Arap Baharı’ndan sonra Hizbullah’ın, İran ile koordinasyon içinde, Esed rejimini desteklemek için Suriye’ye müdahale etmesi de ülke içinde Sünni-Şii gerilimini artırmıştır.

Hâlihazırda ABD, Suriye devrimini bastırmak için bir süredir göz yumduğu İran’ı ve Hizbullah’ı İsrail’in de arzusu doğrultusunda Suriye’den çıkarmaya çalışmaktadır. Trump yönetimi bunu sağlamak için İran, Esed ve Hizbullah aleyhine ciddi siyasi ve ekonomik yaptırımlar getirmiştir. Hizbullah Lübnan’ı kontrol ettiği için ona uygulanan ABD ambargosu ülke ekonomisini kötü etkilemiştir. Özellikle Esed rejiminin kaçakçılık ve arka bahçe olarak Lübnan’ı kullanmasını engellemek için alınan önlemler ülke ekonomisini çok sarsmıştır. Hem yatırımlar kaçmış hem ticaret sekteye uğramıştır. Ayrıca, İran ülkeye kaçak mali kaynak gönderme imkânını da kaybetmiştir. Ambargolar nedeniyle İran’ın Hizbullah’a göndermekte olduğu maddi yardımlar da son derece azalmıştır.

Son dönemde Lübnan ülke tarihinde görülen en ciddi siyasi ve ekonomik krizlerden biriyle karşı karşıyaydı. Ekim ayında, daha ziyade İran ve Hizbullah’ın siyasi hegemonyasına karşı gerçekleştirilen gösterilerden sonra, Başbakan Saad Hariri ve hükûmet istifa etmek zorunda kalmıştır. Hariri bir reform belgesi sunduktan sonra istifa etmiştir. Ancak koronavirüs tedbirleri bahanesiyle halkın talepleri göz ardı edilmiş ve eski anlayışa dayalı bir hükûmet kurulmuştur. Tüm partilerin temsilci verdiği bir teknokratlar hükûmeti kurulmasını isteyen önemli Sünni şahsiyet Saad Hariri ise yeni hükûmette yer almamıştır.

İran etkisinden bağımsız ve yetkin olduğunu iddia eden Dr. Hassan Diab hükûmetinin iktidara gelmesinin ardından ekonomik kriz daha derinleşmiştir. Lübnan lirası aşırı değer kaybetmiş ve ülkede iş yerleri kapanmaya başlamıştır. ABD ambargolarına karşı kaçakçılık merkezi konumundaki Lübnan’da turizm, tarım ve ticaret sektörleri başta olmak üzere tüm ülke ekonomisi ciddi darbe almıştır. Mali destek için IMF’ye yapılan başvuru, Hizbullah ve yerleşik partiler IMF tarafından talep edilen şeffaflık gibi kuralları kabul etmedikleri için sonuçlandırılamamıştır. Dünkü patlamalar, yeni hükûmetin aciz ve başarısız olması yüzünden ekonominin dibe vurduğu bir dönemde gelmiş ve adeta tabuta çakılan son çivi niteliğinde olmuştur.

Dünkü patlamaların insani faturası yüksektir. Can kayıplarının yüzden fazla ve yaralıların da 4 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Felaket alanı olduğu duyurulan Beyrut’ta iki haftalık olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Güvenlik görevini üstlenen ordu limanlar, havaalanları gibi kritik alanları kontrol etmeye başlamıştır. Bütün kurumların üç gün kapalı kalması kararlaştırılmış ve çarşamba günü resmî yas ilan edilmiştir.

Hükûmet beş gün içinde patlamalarla ilgili soruşturma raporunu hazırlayacağını duyursa da Hizbullah’ın kontrolündeki bu hükûmetin gerçek sorumluları bulacak bir araştırma yürütmesi ihtimali bulunmamaktadır. Hükûmete hiç güven olmadığı için ortaya çıkacak soruşturmanın sonuçları doğru olsa bile hükûmetin halkı ikna ve tatmin etmesi zordur. Çünkü kasıtlı ya da kasıtsız birçok hatanın üst üste geldiği anlaşılmaktadır. Bu kadar büyük miktarda patlayıcı maddenin şehrin göbeğinde depolanmasına kimin izin verdiğini ya da göz yumduğunu ve patlamada kimlerin ihmali veya sorumluluğu olduğunu ortaya koymak gerekir ama mevcut hükûmetin bunu yapıp yapamayacağı tartışmalıdır.  

Öncelikle bu kadar büyük miktarda patlayıcıyı kimin ne amaçla getirdiği sorusuna cevap bulunmalıdır. Patlayıcı maddelerin Beyrut şehir merkezinde, insanların ve ticaretin belkemiğini oluşturan limanda depolanması kararını kim vermiştir? Depolama protokollerinde yapılan ihmal ve hataların sorumlusunun kim olduğu bulunmalıdır. Kaza gibi görünse de içeriden veya dışarıdan sabotaj/saldırı ihtimali de az değildir. Olağan şüpheli İsrail’in bu olayda dahli var mıdır, yok mudur sorusuna cevap bulunmalıdır. Varsa ne tür bir suçlama yöneltilebilir ve nasıl bir fatura kesilebilir? Bugünkü İran, İsrail ve Körfez denkleminde oluşan siyasi mülahazalar gereği gerçeklerin örtbas edilmesi ihtimali yüksektir.

Patlamaların ekonomik faturası da oldukça yüksek olacaktır. Zaten dibe vurmuş ekonomide turizm ve ticaret ciddi sekteye uğrayacaktır. Beyrut Limanı uzun süre atıl kalacağı gibi daha önce siyasi kayırmacılık yüzünden ihmal edilen Trablus Limanı’nın da kısa sürede genişletilmesi mümkün değildir. Son olaylar neticesinde meşruiyet zemini iyice zayıflayan hükûmetin bu krizi idare etmesi zordur.

Bu krizin siyasi faturası da yüksek olacaktır. Patlayıcıların getirilmesi ve depolanması konusunda İran ve Hizbullah suçlanacaktır. Bu kadar patlayıcının nereden ve neden getirildiğine cevap verilmesi neredeyse imkânsızdır. Nereden getirildiği cevaplansa bile neden güvenli şekilde depolanmadığı suçlamasına cevap verilmesi kolay olmayacaktır. Kaza değil de sabotaj veya saldırı ihtimalinin ağır basması durumunda ise bunun niçin engellenemediği, hatta ülkenin başına bu kadar büyük bir belanın nasıl çekildiği açıklanamayacaktır. En azından Hizbullah’ın eylemlerinin, eğer yaptıysa İsrail saldırılarını çektiği yönündeki eleştirilere cevap bulunamayacaktır. Faturanın büyüklüğünden olsa gerek hem Hizbullah hem de İsrail bu işle ilgilerinin olmadığı mesajını vermeye çalışmaktadırlar.

Yas süreci bittikten sonra Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir tepki patlaması (gösteriler) olması muhtemeldir. Silahlanmış Hizbullah ve İran ellerindeki gücü bırakmak istemeyecekleri için bu süreç çok sancılı ve hatta kanlı olabilir. Gelecek cuma açıklanacak Refik Hariri suikastı davası sonuçları da ayrı bir tepki dalgası başlatabilir. Daha önce patlak veren gösterilerde mezhepleri aşan, devrimci bir nitelik göze çarpmaktaydı. Hem İran hem Suudi Arabistan ile iyi ilişkileri olan Birleşik Arap Emirlikleri irtibatlı bazı medya organları Lübnan’daki gösterilerin Türkiye tarafından kışkırtıldığı izlenimi uyandırmaya çalışmaktadır. Bu kara propaganda söz konusu iki ülkenin Türkiye’ye karşı husumetini göstermektedir. İran Lübnan’daki Şiileri, Suudi Arabistan ise Sünnileri kontrol altında tutmak istemekte ve Türkiye’yi oyun dışında tutmaya çalışmaktadır ama iki ülkenin de Lübnan kamuoyu gözündeki güvenilirliği tarihin en düşük düzeyine inmiş durumdadır.

Bu kriz karşısında Türkiye’nin öncelikle felakete insani yardım ve sağlık yardımları göndererek oradaki insanları önemsediğini göstermesi gerekmekteydi. Türkiye isabetli şekilde yaptığı açıklamalarla bu süreci derhal başlatmıştır. Bu sadece insani bir görev değil, aynı zamanda komşuluk ve akrabalık gereğidir. Çünkü 400 yıl beraber yaşadığımız Lübnan’da Anadolu kökenli çok sayıda Türk ve Kürt aile de yaşamaktadır. İkinci olarak Türkiye ülkede gösterilerin bastırılması esnasında aşırı güç kullanımına başvurulmaması ve mevcut gerilimin din ve mezhep çatışmasına dönüşmemesi için azami çaba göstermeli, dışlanan Sünni ve diğer grupların siyasi tabloya adil şekilde katılmasına ve barışçıl iş birliğine destek vermelidir. Türkiye, mezhepçi gösterilmeye çalışılsa da tüm gruplarla kurduğu yapıcı diyaloğu sürdürmelidir.

En uzak ama kötü senaryo 1970’lerdeki gibi bir iç savaştır. Bu senaryo taraflardan hiçbirinin arzusuna uygun olmadığı için iç savaş ihtimali oldukça düşüktür. Ne var ki Lübnan’daki Hizbullah ve İran hakimiyeti de sancısız kırılamayacaktır. Sünniler üzerindeki Körfez etkisi de dikkate alındığında kafa karışıklığı ve ülke içi mücadele ihtimali artmaktadır. Türkiye aleyhine faaliyetlere ve propagandalara Lübnan’daki Sünniler ciddi göğüs germektedirler ve Türkiye açısından, sadece bu nedenle dahi destek ve takdiri hak etmektedirler. Çok uzak olmadığımız ve karmaşık Ortadoğu’nun küçük bir modeli olan Lübnan’daki ağır krizi Türkiye tek başına çözemese de acil yaraları sarabilir ve Şii, Sünni, Hıristiyan ve Dürzi ayrımı gözetmeksizin tüm Lübnanlıların yanında olduğunu gösterebilir.