Uluslararası Hukuk Derneği’nin Sınıraşan Sular Konusuna İlişkin Yaptığı Çalışmalar

19. yüzyılın başlarında nehirlerden seyrüsefer amacıyla yararlanmaya dair kurallar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak seyrüsefer kurallarını içeren düzenlemelerin 19. yy. başlarında ortaya çıkmasına rağmen aradan geçen iki yüzyılda nehirlerden seyrüsefer amacı dışında kullanımlara ilişkin genel bir düzenlemeye ulaşılamamıştır. Bunun sebebi ise ilk olarak söz konusu dönemlerde ulaşım amacının nehirlerden faydalanmaya ilişkin temel kural olması, bir başka deyişle hidrolik enerjisi üretiminin olmaması ve sulama amacı ile nehirlerin kullanımının son derece kısıtlı olmasıdır. İkici sebep olarak ise seyrüsefer amacı içeren faydalanmalar üzerinde daha kolay anlaşmaya varılması olarak gösterilebilir.
 
19. yy. ile beraber nehirlerden ulaşım amacıyla faydalanmanın yüksek oranlara ulaşması ile beraber Avrupalı devletler, düzenleme ihtiyacı duymuşlar ve Napolyon Savaşlarından sonra kurulacak düzenin karara bağlandığı 1815 Viyana Kongresi’nde bu konu da düzenlemeye tabi tutulmuştur. Burada kıyıdaş devletlerin tüm nehir boyunca seyrüsefer özgürlüğüne sahip olması temel esas olmuştur. 1885’e gelindiğinde ise Berlin Kongresi’nde bu kararlar tekrar edilmiş ve Kongo ve Nijer nehirlerinde tüm kolonyal güçlere ait gemilere seyrüsefer özgürlüğü hakkı tanınmıştır. Söz konusu düzenlemenin 1815 Viyana düzenlemesinden farkı kıyıdaş olmayan ülkelere de seyrüsefer hakkı tanımış olmasıdır. 1919 Versay Andlaşması da Avrupa’nın tüm nehirlerini Avrupalı tüm devletlere açarak Seyrüsefer hakkını genişletmiştir. 20 Nisan 1921 tarihinde imzalanan ve 31 Ekim 1922 tarihinde yürürlüğe giren Barcelona Sözleşmesi (Convention and Statute on the Regime of Navigable Waterways of International Concern) de seyrüsefer konusundaki serbestliği tekrar etmenin yanı sıra, ulaşım dışı bir takım faydalanmalara da değinen ve bu anlamda bir ilk olma özelliği taşıyan bir sözleşmedir. Söz konusu sözleşme ile birlikte artık nehirlerden hidrolik enerji üretme amacıyla faydalanma konusu da “uluslararası hukuka uygun” ifadesi ile birlikte gündemde yer almaya başlamıştır.
 
20. yy. ile birlikte geniş ölçekte hidroelektrik enerjisi üretme imkânlarının artması ve mühendislik tekniklerinin ilerlemesi ile birlikte sulama amacı ile nehirlerden faydalanma da ülkeler arasında düzenlenmesi gereken yeni bir sorun alanı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak az önce de belirtildiği gibi tüm faydalanmaların ele alındığı ve tüm ülkeleri kapsayan bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen sınıraşan sulardan faydalanmaya ilişkin birtakım teamül kuralları da oluşmamış değildir. Bu teamüllerin oluşumunda Birleşmiş Milletler uluslararası Hukuk Komisyonu’nun çalışmaları kadar Uluslararası Hukuk Derneği’nin (ILA, International Law Association) ve Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün (IIL, Institute of International Law) çalışmaları da yol gösterici olmuştur. Bu iki kurum da akademik özellikleri olan ve uluslararası hukukun birçok alanında incelemeler ve çalışmalar yapan hükümet dışı kuruluşlardır. IIL’nin kararları diğer kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesine vurgu yapmaktadır. İlk kararları olan ve Madrid kararları olarak da bilinen kararlarında diğer kıyıdaşlara verilecek olan zararların mutlak olarak yasaklanması ilkesi yer almaktadır. Bu kararın Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini olarak bilinen ve aşağı kıyıdaşların çıkarlarını gözeten bir doktrinden etkilendiği açıktır. Bu doktrin hiçbir uluslararası belgede yer almamış ve günümüzde de terk edilmiştir. Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini günümüzde sınıraşan nehirlerden faydalanmalarını düzene koyma konusunda açıkça yetersizdir.
 
ILA’nın kararları ise makul ve hakça kullanım ilkesini temel alması bakımından IIL’nin kararlarından ayrılmaktadır. 1956 yılında alınan Dobrovnik kararları bunu açıkça ifade etmektedir. ILA bu kararını daha sonra 1958 yılında New York toplantısında,  1964 yılında Tokyo toplantısında ve 1966 tarihli Helsinki toplantısında da tekrar etmiştir. Daha sonraki süreçte birçok devlet ve uluslararası kuruluş Helsinki kararlarını ya doğrudan kabul etmiş ya da atıfta bulunmuştur. Ayrıca Hindistan ve Bangladeş arasındaki Ganj nehrine ilişkin uyuşmazlıkta iki taraf da uyuşmazlığı 1975 yılında Birleşmiş Milletlere taşırken bu kuralları iddialarına dayanak olarak sunmuşlardır.
 
ILA’nın çalışmaları Helsinki kuralları ile sınırlı kalmamış ve daha sonra 1972 yılında Taşkın Kontrolü konusundaki kararlarını yayınlamıştır. 1980 yılında ise Belgrad Kararları olarak biline iki karar demeti oluşturmuştur. Bunların ilki sınıraşan suların akımını düzenleme amacı taşıyan kararlar, ikincisi ise sınıraşan suların diğer doğal kaynaklar ile ilişkisine ilişkin kararlardır. Dernek 1982 yılında ise sınıraşan sulardaki kirlenmeye ilişkin bir karar almıştır. Helsinki kararlarının uygulanmasına açıklık getirmeyi amaçlayan 1986 kararları da Seul toplantısının sonuçları arasında yer almaktadır.
 
1999 yılında ise ILA’nın Su Kaynakları Komitesi İtalya’nın Campione şehrindeki toplantısında 1966 yılındaki Helsinki toplantısından bu yana alınan kararları birleştiren bir karar almıştır. Bu toplantıdan sonra ILA 2000 yılında Helsinki kurallarını daha ileriye taşıma ve genişletme amacıyla bir süreç başlatmış ve sonuç olarak Berlin Kuralları olarak bilinen 2004 tarihli kurallar ortaya çıkmıştır.
 
ILA’nın çalışmaları esas olarak hukuken bir bağlayıcılık göstermese de Birleşmiş Milletlerin sınıraşan sular konusundaki çalışmalarını oldukça etkilemiştir. Bunun en açık örneği 1997 tarihli “Uluslararası Sulardan Ulaşım Dışı Faydalanmaya İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”dir. Bu sözleşme uzun bir çalışmanın ürünü olmakla birlikte ILA’nın çalışmalarından oldukça etkilenmiş ve Helsinki Kuralları’nın etkisinde düzenlenmiştir. Sınıraşan sulardan faydalanma konusunda daha sonra gündeme gelecek Birleşmiş Milletler çalışmalarının da Uluslararası Hukuk Derneği’nin çalışmalarından etkileneceği açıktır. Bu nedenle de derneğin çalışmalarının dikkatle takip edilmesi büyük önem taşımaktadır.