Almanya’nın Libya’daki Önceliği Güvenlik mi?

Soğuk Savaş dönemindeki iki devletli yapısını Federal Almanya öncülüğünde birleştiren Almanlar dış politika yapım süreçlerinde İkinci Dünya Savaşı ve Holokost olaylarının etkilerinden dolayı, savaşları ve askeri müdahaleyi dışlayan bir yönelim benimsemeyi yeğlemiştir. Uluslararası siyasette barışçıl rol oynama politikası benimseyen Almanya, refah, siyasi istikrar, dış politikada öngörülebilirlik ve uluslararası problemlere yalnızca diplomatik yöntemlerle çözüm bulma ilkelerini savunmuştur.

1990’larda Avrupa, Soğuk Savaş’ın getirdiği pasif güvenlik tüketici perspektifinden aktif güvenlik üreticisi modele geçmiştir. Bu çerçevede Almanya için, NATO ve dolayısıyla ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi içerisinde rol alma ihtiyacı doğmuştur.

Örneğin, Almanya Birinci Körfez Savaşı’nda “çek defteri diplomasisi” yolunu izlemiş, sahada askeri olarak bulunmak yerine toplam yirmi milyar dolarlık savaş maliyetinin üçte birini tek başına karşılamıştır. Bununla iç politikada barış destekçisi sivil güç imajının, her şekilde korunacağı izleniminin verilmesi hedeflenmiştir. Böylelikle Almanya pasif güvenlik tüketicisi bir ülke yerine aktif güvenlik üreten bir ülke haline gelmiştir.

Fakat bu yeni güvenlik söylemi, Alman iç siyasetinde endişeyle karşılanmıştır. Dolayısıyla güvenlik politikası ve siyasi karar vericiler yeni tehlikelere yönelik politikalarının daha sert yürütülmesi isteklerini halka açıklamaktan çekinmişlerdir. Sonuç olarak, dış politika ve güvenlik politikaları üzerinde ortak bir anlayış geliştirilememiş ve Almanların NATO ile ittifak dayanışması tam olarak kurulamamıştır.

Değişen konjonktürde, baskıcı rejimlere karşı askeri eylemde bulunmaya hazır olan aktörler ile Almanya gibi yükü paylaşmak için çok az eğilim gösterenler arasındaki Batı dünyası liderliği yarışı derinleşmiş ve bu durum NATO ittifakının bütünlüğüne zarar vermiştir. Dolayısıyla, ABD'nin Irak'a sorunlu müdahalesi ve Batı'nın Afganistan'daki tartışmalı konumu Almanya’yı “pasif güvenlik tüketicisi” pozisyonuna yeniden dönüştürrmüştür. Almanya Soğuk Savaş sonrası dönemde bu pozisyona sadık kalmıştır. Askeri müdahale gerektiren konularda nadiren -Somali örneği- gecikmeli ve yalnızca dış baskılar neticesinde harekete geçmiştir. Bu çerçevede Almanya, askeri varlığını NATO operasyonları kapsamında saha görevlerinde kullanmaktan mümkün oldukça kaçınmaya çalışmış, doğrudan sıcak çatışma bölgelerinde bulunmamayı tercih etmiştir. Neticede Alman askerleri NATO bünyesinde sahada neredeyse hiç konuşlandırılmamıştır.

2011 Sonrası Almanya’nın Libya Politikası
Batı ittifakı Libya’da “daha fazla Srebrenica”ya izin vermeme hedefini izleyerek Libya halkının uğrayabileceği saldırıları engellemeye çalışırken dönemin Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle siyasi çözüm yolu üzerinde ısrar etmiş ve NATO’nun talep ettiği uçuşa yasak bölge önerisine şüpheyle yaklaşmıştır.

Bu tutuma bakıldığında iç politik sebeplerin ön planda olduğu gözlemlenebilmektedir. 2011 yılının Mart ayında Japonya’da yaşanan nükleer felaketin yansıması Almanya’da nükleer karşıtı eylemlerin şiddetlenmesine neden olmuştur. Yaşanılan Euro kriziyle birlikte ekonomik çöküş korkusunun yanı sıra, iktidar partileri seçim kampanyalarında halk tepkisinden çekinerek savaş yanlısı grup şeklinde tanınmak istememiştir.

Libya'da, Batılı güçler Afganistan veya Irak'taki istilacılar olarak değil, isyancıların açık talepleri doğrultusunda “özgürlük mücadelesini destekleyen müttefikler” olarak tanımlanmıştır. Libyalı isyancılar tarafından da talep edilen uçuşa yasak bölge 2003 Irak savaşındaki gibi ülkenin genel yapısına bir saldırı ya da müdahale olarak görülmemiştir. Batı’nın, Libya’da Afganistan'daki gibi bir yabancı hâkimiyeti imajından kaçınmaya çalıştığı söylenebilir ancak Batı müdahalesinin bölgeye getirdiği istikrarsızlık nedeniyle, kazanılan savaşın fayda/maliyet hesabı tartışmaya açıktır.

AB’nin dünyanın farklı çatışma coğrafyalarındaki krizlere yanıt vermede yetersiz kalışı ve Fransa’nın Macron yönetimiyle birlikte soyunmaya çalıştığı liderlik görünümünün uluslararası çevrelerde yarattığı antipati Almanya’nın AB liderliği ya da arabuluculuğu rolünü gerekli kılmıştır. Libya’dan önce gerek Ukrayna ve Suriye krizleri gerekse Avrupa’da en yoğun Almanya’nın karşı karşıya kaldığı mülteci krizi, Almanya’yı AB’nin güvenlik politikaları yapıcısı haline dönüştürmüştür.

19 Ocak 2020’de Berlin’de düzenlenen Libya konferansında ateşkesin sağlanması temel hedef olsa da Almanya perspektifinden bakıldığında temel neden, Afrika’dan Avrupa’ya muhtemel mülteci akınının AB ekonomisine ve siyasetine getireceği yükün endişesi ve bunun engellenmesi amacı olmuştur.

Almanya’nın endişeleri göz önüne alınarak Libya’da ortaya çıkan ikili yapının özelliklerine bakıldığında Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile müzakere yolu masada daha avantajlı görünmektedir. Bunun sebebi Af­rika kıtasından Avrupa’yı hedef alan mülteci akınının tüm güzergâhlarının Trablus’ta birleşmesidir. Gerek kıtanın güneyinden ve ortasından başlayan yolculuklar gerekse de Suriye’den başlayıp Mısır’a doğru devam eden Ortadoğu hattı bu şehirde birleşmektedir. Trablus’u elinde bulunduran UMH ile ortaklık Almanya için bu hususta daha avantajlı olacaktır. Aksi halde Hafter’in Rusya desteğiyle şehri ele geçirmesi ve doğalgaz kartını, tıpkı Moskova’nın dış politika da sıkça yaptığı gibi, bir caydırıcılık aracı olarak kullanması muhtemeldir.

Libya’daki siyasi süreç özellikle mülteciler bağlamında Almanya açısından önem taşımaktadır. Mülteci hareketliliğine engel olacak istikrarlı bir Libya yönetimi Almanya’nın ulusal çıkarlarıyla örtüşmektedir. Fakat Halife Hafter bu konuda Batı’ya yeterince güvence verememektedir. Saha koşullarına bakıldığında olası bir Hafter zaferinin gerçekleşebilmesi için nüfusun yoğun olarak yaşadığı UMH kontrolündeki alanlarda bulunan pek çok aşiretin ikna edilmesi gerekmektedir. Bu aşiretlerin yoğun bir şekilde Serrac’a bağlılıkları söz konusu olmasa da Kaddafi gibi bir diktatörden kurtulup yeni bir diktatör tarafından yönetilmeyi de kabul etmeyecekleri için Hafter’e karşı savaşmakta ve onun etrafında birleşmeleri de mümkün görünmemektedir. Çok sayıdaki çatışmacı grubun hassasiyetleri ve yapıları da çok farklıdır. Örneğin Hafter, Amaziğ grupları kendi tarafına çekmesiyle birlikte geçtiğimiz günlerde Tunus sınırına yakın 5 bölgeyi ele geçirmiştir. Buna karşın UMH’nin ikna ettiği başka aşiretlerde Hafter’in toprak kaybetmesine neden olmuştur. Bölgedeki aşiretlerin düzensiz ve parçalı yapılarına ek olarak Hafter’in sivillere yönelik saldırıları da onun göçü durdurabilecek, istikrarı sağlayabilecek bir aktör olarak karşımıza çıkarmamaktadır.

Aynı zamanda, Fransa’nın gerek 2011’de sahada tek oyuncu olarak kurguladığı dış politikası ve gerekse DEAŞ ile mücadelede Hafter’i önemli bir aktör olarak sunmaya çalışması , İtalya ve Almanya’nın mülteci akını hassasiyetine ters düşmektedir. İtalya ile Kuzey Afrika’da yaşanan tarihsel rekabetin yanı sıra iki devletin ve birliğin ortak bir paydada birleşememesinin sebebi Macron yönetiminin taraflı politika izlemesidir. Keza Libya, geniş petrol ve doğalgaz rezervleri nedeniyle, Rus gazına olan bağımlılığın azaltılmasında önem arz etmektedir. Almanya ve İtalya nispeten daha rasyonel davranarak BM tarafından da tanınan meşru UMH ile görüşmeler yürütürken Fransa’nın Rusya destekli Hafter’i daha fazla desteklemesi AB’nin savunma ve güvenlik alanında ortak bir irade sergilemesini engellemektedir.

2020 Münih Güvenlik Konferansı sonrasında çıkan “Batısızlık” (Westlessness) temalı raporda Libya meselesine atfen 2011’de katliamın önlenebildiği ancak çatışma sonrasında herhangi bir çözüm bulunamadığı ifade edilmiştir. AB’nin Libya’da ortak bir hedefinin olmayışı krizi çözüm ortamından iyice uzaklaştırmıştır. 2011’den bu yana Libya’ya yönelik söylem değişmiştir ve Libya’nın yeni bir “Suriye” olmaması için çaba gösterilmektedir. Batı, Suriye meselesinde geç hareket etmesinin sonuçları ile karşılaşmaktadır ve günümüzde de Libya için hem gecikmeden hem de ortak hedef belirlenememesinden kaynaklı problemler yaşanmaktadır.

Macron Rusya hakkında yaptığı açıklamalarda AB’nin Rusya’nın tüm çıkarlarını maksimize ettiğinin farkında olduğunu belirtmiştir. Suriye, Libya ve genel olarak Afrika kıtasında  Batı’nın uzaklaştığı bölgelerdeki güç boşluğu önemli ölçüde Rusya ve Çin gibi aktörler tarafından doldurulmaktadır. Zamanında Suriye’de kullanılan kimyasal silahlara yönelik tepki verilmemesi bölge aktörlerinin Batı’ya nispeten “zayıf” bir güç gözüyle bakmasına neden olmuş ve bundan dolayı da Batı, sahayla dirsek temasını kaybetmiştir.

Tüm bu olumsuz koşullara ve Nisan 2019’dan bu yana devam eden başarısız Hafter saldırılarına rağmen, Batılı destekçileri Hafter’in muhtemel zaferi konusunda beklentilerini sürdürmektedirler. Saha gerçeklerine bakıldığında ise Hafter öncülüğündeki Libya Ulusal Ordusu ülke topraklarının büyük bir kısmını kontrol etse de nüfusun çoğunluğu UMH’de bulunmaktadır ve parçalı grupların tek bir düşman olarak Hafter’e karşı birleşmiş olması bu zafer beklentilerini en azından şimdilik boşa çıkarmaktadır. Hafter’in kesin bir zafer kazanması ihtimalinin oluşabilmesi, Türkiye’nin UMH desteği göz ardı edilse dahi, yukarıda da değinildiği üzere diğer grupların birleşmesine bağlıdır ve bu da saha gerçeklikleriyle çok zor görünmektedir. Çatışmaların ekonomi politiğine bakıldığındaysa ortada hayli büyük bir savaş ekonomisi bulunmaktadır. Suriye krizinin derinleşerek büyümesi çözüm sırasının Libya’ya gelmesini zorlaştırmaktadır.

Bölgede oluşan savaş ekonomisinin en önemli fon sağlayıcısı Birleşik Arap Emirlikleri’dir. BAE yönetimi hem Hafter’e sahada kullanılmak üzere silah desteği sağlarken hem de Rusya’nın Wagner güvenlik şirketinin de parasını ödemektedir. BAE silah desteği olarak yalnızca geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde Libya’ya 100 ayrı uçuş ile 6200 tonluk teçhizat aktarmıştır. Bu ekonominin alıcı ve satıcı boyutunda bulunan bir diğer güç ise Fransa’dır. Keza Katar’da Serrac hükümetine destek olmak için büyük fonlar ayırmıştır. Libya’nın GSMH’sinden kat be kat büyük bir ekonomi söz konusu olduğundan mütevellit silah tedarikçisi ABD, Rusya, Fransa gibi ülkeler Libya iç karışıklıklarının devamı hususunda hem fikirdirler. Tüm bu arka plan etkenleriyle beraber öncelikle Moskova ve Berlin Konferanslarından çıkmayan ateşkes kararı yanı sıra bölgeye silah ambargosuna rağmen silah tedarikinin devam etmesi, Almanya'nın uluslararası bir konferansta ilerletmek istediği BM destekli siyasi sürece geri dönme çabalarını karşılıksız bırakmaktadır.

Sonuç
Münih Güvenlik Konferansının ardından yayınlanan rapora ek olarak ülkelerin dış ve güvenlik politikalarına bakıldığında en çok üzerinde durulan kavram “çok taraflılık” olmuştur. Bu husus özellikle Libya meselesinde göze çarpmaktadır. Genel medya okumaları veya ülke refleksleri düşünüldüğünde tüm aktörler esasında birbirleriyle temas içerisindedirler. AB önceleri hem Hafter ile hem Serrac ile görüşme kapılarını açık tutmuştur. Keza Rusya da silah satışları konusunda her iki tarafa da destek sağlamaktadır. Buna ek olarak bölgede nispeten daha pasif bir görünüm sergileyen ABD, kapalı kapıların ardında imzalanan silah anlaşmalarıyla çok taraflılık siyaseti izlemektedir.

Almanya’nın sahada ana aktör olmaktan ziyade barışı temin etmeye çalışan bir aktör imajı oluşturmaya çalıştığı söylenebilir. Gerek Berlin Konferansı çabaları gerekse son günlerde Hafter ve Serrac ile yaptığı görüşmeler bu gayeye yönelik hamlelerinin başında gelmektedir. Almanya ekonomik olarak güçlü aktörler arasında olmasına rağmen, Hafter’e destek veren Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan kadar büyük bir destek vermemektedir. Bundan dolayı Almanya’nın tek başına yürütmeye çalıştığı çabalar yetersiz kalmaktadır.

Nitekim Almanya önemli ve etkili bir aktör olmasına rağmen bölgede diğer önemli küresel-bölgesel güçlerde aktif şekilde yer almaktadır. Sorunların askeri çözümlerle çözülemeyeceğini savunurken askeri anlamda başarılı olan aktörler masada, bölgesel gruplar nezdinde ve uluslararası ortamda daha fazla dikkate alınmaktadır. Almanya özelinde AB’nin sorun çözebilmesi için öncelikle ortak irade sergilemesi ve sahada  daha aktif şekilde yer alması gerekmektedir.