Arap Baharı “İslami Uyanış” mıdır?

Doç. Dr. Mehmet Şahin, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Gazi Üniversitesi Uluslararası ili
Başta dini lider Ayetullah Ali Hamaney olmak üzere İran’daki dini rejimin temsilcileri Suriye dışında Arap Dünyasında yaşanan halk hareketlerini “İslami Uyanış” olarak görmekte ve tanımlamaktadırlar. Olaylar Tunus’ta başlayıp, Mısır, Libya, Yemen ve Bahreyn’le devam ettikçe İran’daki dini rejim bir heyecan içinde hareket ederek Ortadoğu’da İran için hacet kapılarının açıldığını zannettiler. 1979 yılından beri bekledikleri tarihi anın geldiğini düşündüler. Ne de olsa Arap halk hareketleri sonucu İran karşıtı, Batı’yla birlikte hareket eden seküler milliyetçi yöneticiler tek tek koltuklarından uzaklaştırılıyorlardı. Giden yöneticilerin hem Batı’yla çalışması hem seküler olması hem de milliyetçi olması İran’ın Arap dünyasındaki etkisini azaltıyordu. Şimdi ise İran için fırsat doğmuş gibi gözüküyordu. Aslında Arap Dünyasında olanlar İran için bir “dejavu”dan ibaretti.
 
İranlı yöneticiler hemen harekete geçip Arap dünyasında olan biteni kendileri açısından anlamlandırma gayreti içine girdiler ve olanları “İslami Uyanış” olarak adlandırdılar. Kendilerine göre, Arap dünyasında olan biten daha önce 1979 yılında İran halkı tarafından yapılanların bir devamıydı ve söz konusu gelişmelerin öncüsü İran, hareketin dini lideri de Ayetullah Ruhullah Humeyni idi. Onlar açısından Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yoktu. İran’daki rejimin her alanda yaptıkları Arap dünyası için yol göstericiydi ve başka örnek aramak anlamsızdı. İran’daki rejimi elinde tutanlar hemen harekete geçip işe koyuldular ve bu uğurda beşincisine benimde davetli olarak katıldığım “İslami Uyanış Konferansları” düzenleyerek İslam dünyasının nabzını tutmaya çalışmaktadırlar.
 
İran, “İslami Uyanış” kavramıyla ve bu yöndeki çalışmalarıyla kendi halkına mesaj verme çabasındadır ve şunu demek istemektedir; “halk hareketleri İslami olmayan rejimlerde olur, biz ise İslami bir rejime sahibiz. Bakın Araplar bizim gibi İslami bir rejime sahip olmak için canla başla çabalıyorlar. Onların istedikleri zaten bizde var. Onun için şükretmeniz ve rejiminize sahip çıkmanız lazım”. Ama İranlı yöneticiler, şunun ya farkında değiller(!) ya da bu şekilde davranmak işlerine uygun geliyor; bir ülkenin meşru bir yönetime sahip olmasının ve destek bulmasının “yeter şartı” İslami bir rejime sahip olması değildir. Bunun en çarpıcı örnekleri Orta Doğu’da rahatlıkla görülebilir.
 
Fakat İran her ne kadar yaklaşık iki yıldır Arap dünyasında olan biteni “İran ilhamlı dini hareketler” olarak görse de, Arap dünyasında harekete geçen geniş kitlenin İran’daki rejimi örnek almayı bir tarafa bırakın, en az karşılarına aldıkları rejimler kadar olumsuz yaklaştıkları rahatlıkla söylenebilir. Bırakalım İran’daki rejimi örnek almayı, Arap dünyasında olup bitenler aslında 2009 yılında İran’da Cumhurbaşkanlığı sürecinde ortaya çıkan ve rejim tarafından kanlı bir şekilde bastırılan “Yeşil Hareket”e daha çok benzemektedir. Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda toplananlarla, 2009’da rejimi eleştiren İran’daki “Yeşil Hareket”in hemen hemen aynı amacın peşinde oldukları görülmektedir. Her iki harekete katılanlar da “insanca” bir yaşam peşinde olduklarını ve bu uğurda mücadele ettiklerini her hareketleriyle ortaya açıkça gösterdiler/göstermektedirler. İran’daki rejimle bugün Arap dünyasında isyanlarla son bulan seküler rejimler arasında işleyiş ve halkalarına davranışları bakımından çok fark bulunmamaktadır. İkisi de “otoriter”, “baskıcı”, “kapsayıcı olmayan”, “dışlayıcı” yapılara sahiptirler. Aradaki tek fark birinin/İran’ın “dini”, diğerlerinin ise “seküler” olmasıdır. Bir anlamda Güftesi Celal Ertan’a Bestesi ise Kadri Şençalar’a ait Hicaz makamındaki Türk Sanat Müziği dizlerinde olduğu gibi “neyleyim köşkü neyleyim sarayı, içinde salına yar olmayınca” sözünün anlattığı gibi, içinde halk olmadıktan sonra bir rejim ister dini ister seküler olsun ne fark eder?
 
Şunun iyi bilinmesi gerekmektedir; her ne kadar İran’daki dini rejim Arap dünyasında meydana gelen rejim karşıtı halk hareketlerini “İslami Uyanış” olarak görse de, aslında söz konusu hareketler “baskıcılığa”, dışlayıcılığa” ve “kötü yönetime” karşı içinde İslami özelliklerde barındıran hareketlerdir. Bugüne kadar seküler, baskıcı ve dışa bağımlı rejimler tarafından sistem dışına itilen gruplar ki, bunların en önemlileri İslami gruplardır ve bu gruplar değişimle birlikte sistemin en önemli bileşenlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu açıdan, Arap dünyasında olanlar, İran’ın dediği gibi bir “İslami Uyanış” değil, fakat içinde İslami tonu da barındıran “halk uyanışı”dır. Son dönemde Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı oluşan muhalefet bunun açık göstergelerinden biri olarak okunabilir. Mursi’ye karşı oluşan muhalefetin içinde eski rejimin taraftarları olsa da azımsanmayacak sayıda ve etkide “devrimci gruplar”da aktif rol aldılar.
 
Her ne kadar İran Arap dünyasında olup biteni “İran ilhamlı İslami uyanış” olarak görse de, Arap dünyasında rejime karşı ayaklanan halk hiçbir zaman “İran gibi olmak istiyoruz”, “Humeyni rehberimiz”, “İran başardı, biz de başarırız” gibi tavır sergilemediler. Hatta İran tarafında yapılan doğrudan ve dolaylı olarak ortaya konan tavrı hiç önemsemediler. Bence, bu konunun üzerinde en çok düşünmesi gerekenler İran’da kendilerini rejimin sahibi olarak görenler olmalıdırlar. Acaba niye seküler, baskıcı yönetimlere karşı ayaklanan Arap halkları “İran örneği”ni benimsemediler? Bu sorunun cevabı çok açık; “sui misal emsal olmaz”. 1979’dan beri ortaya koydukları “örneklikten” açıkça görüldüğü üzere, başarılı bir model sunamadılar. “İslami Uyanış” 1979 İran’da Humeyni tarafından başlatıldı, yine İran’da Humeyni’nin takipçileri tarafından bitirildi. Bu hem iç politika hem de dış politika açısından böyledir. Başarısız bir devlet örneği oluşturduklarından hem kendi/İran haklını hem de bölge halkını kaybettiler. Bugün İran’da gençlik bir tarafa, rejim başka bir tarafa gitmektedir. Kısaca, rejimin hücre yenileyemediği için uzun süre sağlıklı bir şekilde devam etmesi çok kolay gözükmemektedir. Gençliği olmayan bir rejimin geleceği de olmayacaktır. Rejimin “metal yorgunluğu” içinde olduğu her haliyle belli olmaktadır. Daha enteresan bir şey söylemeden geçemeyeceğim; 1979 yılındaki devrim sonunda İslami bir rejimin kurulması, İranlıların söylediklerinin tersine, Arap Baharı’nın İslami yönünü zayıflatıcı bir etki doğurmuştur. Eğer İran’da başarısız bir dini rejim olmamış olsaydı, İslami muhalefetin güçlü olduğu Arap dünyasında “İslami yönetim” talepleri çok güçlü bir şekilde çıkacaktı. Bu açıdan, İran’ın iddia ettiği gibi İran’daki rejim Arap dünyasında İslami açıdan “tetikleyici” değil, sınırlayıcı etki yapmıştır. Bugün Şii dahi olsa değişim yaşayan veya sürecinde olan Arap devletlerinde İran’daki yönetim tarzı örnek olarak alınmamaktadır. İç politik açıdan, farklı grupları rejimin içine çekemedikleri gibi kendilerinden olan ama reform isteyenlerle kötü duruma düştüler. Doğal kaynaklar açısından devasa zenginliğe sahip olmalarına rağmen bunu farklı sebeplerden dolayı halka yansıtamadılar. Bir anlamda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması gerekirken, bugün gençliğin gelecek göremediği bir ülke konumuna düşürmüşlerdir. Dış politik açıdan da durum çok farklı değil. Rejim hem bölgeyle hem de uluslararası camiayla kavgalı durumunda. Rejimim İslami özelliği Orta Asa ve Kafkasya’da hiç gözükmüyor. Hatta devrimin İslami özelliği bu bölgede Azerbaycan karşısında Ermenistan’a verilen destekle Karabağ’da bitmiştir. Şimdi ise, rejimin söz konusu özelliği Suriye’de can çekişiyor. Bir taraftan son iki yıldır Arap dünyasında yaşananları “İran ilhamlı İslami Uyanış” olarak göreceksiniz, diğer taraftan “ulusal” çıkarınıza ters geldiği için Suriye’de yaşananları “sahte İslami uyanış” olarak göreceksiniz. Öyle anlaşılıyor ki, “İslami devrim” ve “İslami Uyanış” İran’ın ulusal çıkarına kurban gitmiştir. İran’ın Suriye’deki tavrı “İslami Uyanış” edebiyatının İran dış politikasında sadece bir araç olduğunu göstermektedir. Dini İran Suriye’de sürdürmekte olduğu tavrıyla Müslüman dünyayı-Şiiler hariç-kaybetmiştir.

Peki, İran her şeye rağmen niye Esad’a destek vermektedir?
 
İran, Suriye’yi sadece bir dış politika meselesi olarak değil, aynı zamanda bir iç/rejim ve güvenlik meselesi olarak ta görmektedir. Dini rejim, seküler Esad giderse Arap coğrafyasında çok önemli ve kadim bir müttefikini kaybedeceğini ve bundan sonra Arap dünyasında tutunmasının zor olacağını düşünmektedir/görmektedir. İç politik açıdan, Suriye’de yaşananlar çok önemlidir. Suriye’de ciddi maliyetine rağmen Esad’a destek vererek, rejim değişikliği istemenin ne kadar zor olduğunu kendi içindeki muhalif gruplara da göstermek istemektedir. Bunun ilk işaretini 2009 Cumhurbaşkanlığı sürecinde kendi halkına göstermiştir. Güvenlik açısından ise, İran Esad’ın gitmesiyle birlikte İran’ın iyice çevreleneceğini ve böylece hem İran’ın hem de rejimin güvenliğinin tehlikeye gireceğini düşünmektedir. Nereden nereye; İran, bugün “rejim ihracı”ndan rejimi koruma siyasetine geçmiş görüntüsü içerisindedir. Ama öyle anlaşılıyor ki, korkunun ecele faydası olmayacaktır. İran’ın bir taraftan seküler Esad’ı desteklerken diğer taraftan “İslami Uyanış” konferansları düzenlemesi “mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya” benziyor…
 
Aslında her şey açık: Ne İran tam anlamıyla İslamcı/dini bir devlet ne de son iki yıldır Arap dünyasında yaşananlar tam anlamıyla bir “İslami Uyanış”tır.