Türkiye "Ortadoğulu"laşıyor mu?

Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi U.İ.B. veyselayhan.com.tr
Ortadoğululaşmak kavramı birçok yazar tarafından farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Bazıları kavramı Ortadoğu’daki rejimlerin yapısına vurgu yapmak amacıyla kullanırken diğer bir kesim de kavramı Ortadoğu’daki geleneksel toplumsal yapıların varlığına vurgu yapmak için kullanmaktadır. Ancak bu yazımızda kavrama yüklenen anlam her iki yaklaşımdan da farklıdır. Kişisel olarak “Ortadoğululaşmak” kavramını Ortadoğu siyasetinde yer alan bölgesel aktörlerin temel dış politika davranışlarını tanımlamak amacıyla kullanmaktayız. Buna göre Ortadoğulaşmak kavramı Ortadoğu siyasetinde rol oynayan aktörlerin farklı amaçları gerçekleştirmek amacıyla sorunlara taraf olma politikasını tanımlamak için başvurmaktayız. Bu çerçevede Ortadoğulu aktörlerin bazen birbiriyle ilişkilerinde veya birbirlerini algılamalarında mezhepsel, etnik, aşiretsel, rejimsel ve benzeri ortak paydalar üzerinden hareket ederek, biz ve öteki kavramını bir dış politika önceliği haline getirdikleri görülmektedir. Ötekileştirme ve bizden olan ile olmayan yaklaşımı Ortadoğulu aktörlerin geçmişten günümüze uyguladığı bir dış politika stratejisi olduğundan hiçbir Ortadoğu ülkesinin tarafsız ve kapsayıcı politikalar geliştiremediği görülmektedir. Örneğin, İran’ın Şii grupların, Suudilerin Selefi akımların veya Suriye’nin Sünni seküler Arap milliyetçilerinin destekçisi olarak algılanması söz konusu ülkelerin Ortadoğu politikasındaki etki ve gücünü sınırlayan faktörler arasında yer almaktadır.   İran ve Arap Rejimlerinin Politikaları: Tarafsızlık ve Kapsayıcılıktan Uzak Bir Dış Politika   Nasır döneminde Mısır Ortadoğu’daki geleneksel olmayan rejimlerin ve grupların temel destekçisi ve propagandacısı konumundaydı. Kuzey Yemen’deki 1962 darbesini doğrudan desteklemenin yanı sıra Irak ve Suriye’de rejim muhalifi olarak görülen Baas partisi mensuplarına da siyasal faaliyetlerini yürütmeleri için ekonomik ve askeri destek vermişti. Saddam Hüseyin bile Irak cumhurbaşkanına karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra Kahire’ye kaçmış ve uzun yıllar Mısır’da siyasi bir sığınmacı olarak yüksek öğrenim ve aylık gelir almıştı. Günümüz Mısır’ına bakıldığında ise başta Filistin sorunu olmak üzere birçok bölgesel sorunda doğrudan taraflı bir politika izlediği görülmektedir. Örneğin Filistin sorununda HAMAS yerine El Fetih gurubunu desteklemesi, Lübnan krizinde Sünni grupların tezlerini seslendirmesi gibi. Mısır’ın taraflı bir politikaya sahip olması, geçmişten günümüze Kahire’nin Ortadoğu politikasında bölge üstü bir değer olarak algılanmasını engellemiş ve sürekli bir şekilde bir tarafla iyi ancak diğer tarafla kötü ilişkilere sahip olmasına yol açmıştır.   İran da Mısır gibi Ortadoğu sorunlarında taraflı bir politika izlemektedir. Şah yönetimindeki İran bugünden farklı olarak geleneksel Basra Körfezi ülkelerinin koruyucusu rolüne oynamıştı. Umman’daki iç savaşa Said rejimini desteklemek için müdahale eden Şah yönetimi bir dönemler geleneksel rejimlerin koruyuculuğu rolünü bölgenin jandarması gibi nitelendirmelerle ortaya koymuştu. 1979 rejimi sonrasında ise bu kez Şah rejiminin aksine bölgedeki Şii muhalif gruplara verilen destekle İran Ortadoğu’daki rolünü ve etkisini artırmaya çalışmıştır. Mısır’dan farklı olarak Filistin sorununda HAMAS’ın yanında yer alan Tahran Lübnan politikasında da Hizbullah’ı desteklemektedir. Yemen konusunda Arap rejimleri (Irak hariç) merkezi hükümetin yanında yer alırken, İran ise Hutsi isyancılarını desteklemektedir.   Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki Arap Körfez rejimlere gelince bu ülkelerin de Ortadoğu politikasında sürekli taraflı bir yaklaşıma sahip oldukları görülmektedir. 2003 sonrası Irak politikalarına bakıldığında Körfez ülkelerinin Sünni Araplar ilişki kurdukları, bu gruplara ekonomik ve siyasal destek verdikleri ve uzunca bir dönem Şii yönetimle ilişki kurma konusunda çekimser kaldıkları görülmektedir. Filistin konusunda Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok Körfez ülkesi HAMAS yerine Ramallah merkezli El Fetih yönetimini desteklemektedir. Lübnan konusuna gelince Körfez ülkeleri Sünni Hariri bloğunu Şii Hizbullah’a karşı açıkça destekledikleri görülmektedir. Bu durum ister istemez söz konusu ülkelerin çözüm üretme ve sorunlara kapsayıcı çözümler üretme kapasitelerini ve yeteneklerini sınırlandırmaktadır.   Bu bağlamda örnekleri artırmak mümkündür. Ancak tüm örnekler İbni Haldun’un da belirttiği üzere Arap ülkelerinin “asabiyet politikasını” terk etmediklerini göstermektedir. Asabiyet en ilkel haliyle kan bağı üzerine kurulu bir grubun savunma veya saldırı politikalarında bir toplumsal dayanışma olarak görülürken daha geniş tanımıyla asabiyeti, ırksal bağların ötesinde siyasal veya mezhepsel nedenlerin doğurduğu birlik ve dayanışma politikasıdır. Bu kapsamda İran’ın mezhepsel dayanışma politikası diğer ülkelerde de benzer veya farklı reflekslerle öteki dayanışmaların yaşandığını göstermektedir. Sonuç olarak Ortadoğu ülkelerinin bölgede yaşanan sorunlara yaklaşımlarının belli grupları desteklemek veya diğer gruplara karşı olmak olarak gerçekleştiği görülmektedir. Kapsayıcılıktan ve tarafsızlıktan yoksun söz konusu politikalar bölge ülkelerinin çözüm üretme veya arabulucu rolü oynama kapasitelerini sınırlandırmaktadır.   Türkiye’nin Orta Doğu Politikası   Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu’da artan etkisini farklı şekillerde görmek mümkündür. Nitekim ekonomik alanda artan ihracatın yanı sıra karşılıklı vize uygulamalarının kaldırılması, karşılıklı olarak resmi düzeydeki ziyaretlerde yaşanan artışlar, Lübnan krizi başta olmak üzere, İran nükleer krizi, Suriye ve Suudi Arabistan arasında yaşanan sorunların aşılmasında ve Irak’taki hükümet kurma krizinde Türkiye’nin oynamaya çalıştığı arabulucu rol dikkatleri Ankara’nın üzerine çekmektedir. Son dönemde Türk dizilerinin Ortadoğu’da izlenme rekorları kırması, Davos ve Mavi Marmara olayları hem Türkiye’nin Ortadoğu’da artan etkisini hem de Ankara’nın sorunlara tarafsız kalmadığını göstermektedir.   Türkiye’nin son dönemdeki Ortadoğu politikasına bakıldığında en azından söylem düzeyinde doğrudan herhangi bir grubu desteklemeden doğrudan Araplar arasındaki sorunların çözümünde kapsayıcı ve tarafsız bir rol oynadığı dile getirilmektedir. Nitekim 2008 Lübnan krizinin çözümünde Türkiye’nin hem Hizbullah hem de Sünni gruplarla kurduğu tarafsız ilişkinin ciddi bir rol oynadığı bilinmektedir. Aynı şekilde Türkiye’nin Bağdat’taki Büyükelçiliğin yanı sıra Musul, Basra ve Erbil’de de konsolosluk açması tüm gruplara eşit mesafede durma politikasının bir sonucu olduğu ifade edilmiştir. İran krizinde de Güvenlik Konseyi’nde hayır oyunun kullanılmasının ardından yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin İran nükleer krizinde doğrudan taraf olmak istemediği şeklinde yorumlanmıştır. Bir yandan İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer teknoloji elde etme hakkı savunulurken diğer yandan da Suudi Arabistan ile ilişkilerin geliştirilmesine özen gösterilmiştir. Tüm bunlar birlikte ele alındığında Türkiye’nin bölgede bir Ortadoğu ülkesi gibi dış politika davranışları göstermediği ve kapsayıcı ile tarafsız politikaları öncelik verdiği dile getirilebilir.   Bununla birlikte son dönemde izlenen bazı politikalar Türkiye’nin kapsayıcılığı ve tarafsızlığı konusunda oluşan algının yerini şüpheye bırakmaktadır. Bu noktada birkaç noktaya dikkat çekmekte yarar vardır.   Türkiye’nin Irak politikasıyla başlayacak olursak, uzunca bir dönem Türkiye’nin tüm Iraklı gruplara eşit mesafede durma politikasına öncelik verdiği bilinmektedir. Ancak 7 Mart 2010 seçimleri öncesi ve sonrasında yaşanılanlar Ankara’nın Irak sorununda doğrudan bir taraf olarak algılanmasına yol açmıştır. Özellikle seçim öncesinde ve sonrasında el Irakiye lideri Allavi ve Sünni Araplara verilen destek başta Maliki yönetimi olmak üzere Şii gruplarda kaygılara yol açmıştır. Başbakan Maliki’nin danışmanları ve Cumhurbaşkanı Talabani açıkça Türkiye’nin Irakiye grubunu desteklemesini eleştirmiştir. Tüm gruplara eşit mesafede durma politikasından taviz verilmesi Türkiye’nin Irak’taki etkisini ve gücünü olumsuz yönde etkileme potansiyeli taşımaktadır. Bir diğer bakış açısıyla Türkiye’nin bir Suudi Arabistan veya İran gibi Irak krizinde bir grubu destekleme politikasına yönelmesi karşısında Türkiye’nin girişimlerinden rahatsız olan farklı grupların ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bu durumda Türkiye’nin Irak sorununda arabulucu rolü oynama veya kriz çözme kapasitesi zayıflayacaktır.   Irak’ın yanı sıra Lübnan politikasında da kapsayıcılık ve tarafsızlık Başbakan Erdoğan’ın son Lübnan ziyaretiyle tartışmaya açılmış bulunmaktadır. Hizbullah’ın liderliğini yaptığı 8 Mart grubuna mensup bazı basın ve kanaat önderleri yaptıkları açıklamalarda ziyaretin Türkiye’nin Lübnan’daki tarafsızlık politikasına gölge düşürebileceğini dile getirmişlerdir. Ziyaretin özellikle İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat’ın Lübnan ziyaretinden bir ay sonra gerçekleştirilmesi de dikkat çekicidir. İran Cumhurbaşkanını Şii kesim büyük bir coşku ile karşılarken Başbakan Erdoğan’ı da Sünni kesim büyük bir heyecanla karşılamıştı. Lübnan Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı ve Lübnan Üniversitesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammed Nureddin gibi ılımlı uzmanlar bile Erdoğan’ın Lübnan ziyaretinde Başbakan Saad Hariri’ye verilen açık desteğin Lübnan’daki Şii kesim üzerinde olumsuz yansımaları olacağını farklı kavramla ifade etmiştir. Prof. Nureddin’e göre “Türkiye’nin ziyaret öncesi görüntüsü ziyaret sonrasından başka olacak. Bu ziyaretin belki de en tehlikeli sonucu Türkiye’nin Lübnan’da bir grubun yanında gösterilmesidir. Bu Türkiye’nin hatası olmayabilir ancak Ankara bu görüntünün oluşmasında sorumluluk taşımaktadır. Türkiye’nin bu izlenimi düzeltmesi kolay olmayacak.”   Türkiye’nin Filistin politikası da son dönemlerde ciddi şekilde gündeme gelen bir diğer konudur. Özellikle İsrail’in Gazze saldırısı ve ardından gelen ablukasına karşı yürütülen sert politikalar Arap kamuoyunda olumlu bir tepki almıştır. Ancak bu noktada bazı sorunlar olduğu dile getirilmektedir. Özellikle Türkiye’nin HAMAS ile El Fetih arasındaki çekişmede sürekli bir şekilde HAMAS yanlısı bir görüntü verdiği şeklindedir. Hem Ramallah hem de Gazze İsrail işgali altındayken Türkiye’nin sürekli bir şekilde Gazze vurgusu ve HAMAS’la daha yakın bir diyalog kurma girişimleri el Fetih yanlısı Filistinlilerde bazı soruların oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Oysa geçmişten günümüze kadar Türkiye’nin Filistin politikasına bakıldığında Türkiye’nin İsrail’le yürütülen ilişkilere rağmen Filistin sorununa bir bütün olarak baktığı ve her şekilde FKÖ’nün politikalarına açık diplomatik ve siyasi destek verdiği bilinmektedir. Son dönemde bu dengenin HAMAS yönünde kaydığı şeklinde bazı kaygıların oluştuğuna dikkat çekmek gerekir.   Yemen’de merkezi hükümet ile kuzeydeki Şii gruplar arasında yaşanan çatışmalara yönelik Türk dış politikasının temelde Abdullah Salih yönetimine destek verilmesi şeklinde kendisini rasyonalize ettiği görülmektedir. Yemen’deki çatışmalara ilişkin olarak yapılan açıklamalarda ve Abdullah Salih yönetimiyle yapılan görüşmelerde Türkiye Yemen'in istikrarının tüm bölgenin istikrarı açısından önem arz ettiğini ifade etmekte ve bu kapsamda da Yemen’in siyasi birliğine destek verilmektedir. Diğer yandan ülkedeki Hutsi gruplarının talepleri ve neden isyan ettikleri üzerine ciddi bir politika geliştirilmediği görülmektedir. Hutsi isyanına Suudi Arabistan içindeki Şii kesimlerden Irak’taki Şiilere kadar geniş bir çerçevede destek verildiği dikkate alındığında Yemen sorunuyla ilgili yapılan açıklamalarda sorunun nedenleri üzerinde daha kapsayıcı ve tarafsız bir yaklaşım sergilemenin Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı tarafsızlık ve kapsayıcılık politikalarına olan desteği artıracağı ileri sürülebilir.   Toparlayacak olursak Türk dış politikasının başarısı Ortadoğu’daki sorunlarda bölgesel aktörlerin hassasiyetleri gözeterek adım atmasının büyük bir rolü olmuştur. Türkiye’nin Ortadoğu’daki krizlerde oynadığı arabuluculuk rolü ve bu rolün tarafsızlığı sayesinde krizlerin çözümünde başarılı oldu. Tarafsızlık ve kapsayıcılık politikaları Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde bölge üstü bir güç ve değer olarak algılanmasını da beraberinde getirdi. Bu algı aynı zamanda Türkiye’nin girişimlerine tüm tarafların güven duymasına da yol açtı. Oysa son dönemde Irak, Lübnan, Yemen veya Filistin konusunda izlenen politikalar Türkiye’nin tarafsızlık ve kapsayıcılık yaklaşımı ile çelişmektedir. Temel algı ise Türkiye’nin mezhepsel bağlantılar üzerinden ilişkilerini sürdürmeye yöneldiği şeklindedir.