Avrupa Adalet Divanı’nın Avrupa Su Çerçeve Direktifi’nin Uygulanmasındaki Rolü: Türkiye İçin Olası Sonuçlar

Avrupa’nın en yüksek mahkemesi olan Avrupa Adalet Divanı’nın (AAD) son hükmü, “dişsiz kaplan”olarak adlandırılan Su Çerçeve Direktifi’nin (SÇD), gözlemcilerin şimdiye kadar önerdiğinden daha sıkı bir şekilde yorumlanabileceğini göstermiştir.

Alman Çevre ve Doğayı Koruma Federasyonu’nun Weser Nehri’nin derinleştirilmesi konusunda bir hüküm çıkarılması talebinde bulunması üzerine AAD, SÇD normlarının, istisnaların yalnızca kısıtlı vakalar için mazur görülebileceği yönünde okunması gerektiğine karar vermiştir. Çevreciler AAD’nin bu tutumundan memnunken Hamburg liman yetkilileri süregiden projelerin yönetimi konusundaki olası sonuçları karşısında iyimser kalmaya çalışmıştır. Örneğin, Avrupa Çevresel Büro Genel Sekreteri Jeremy Wates “Avrupa nehirlerinin zararlı gelişmelere karşı günümüzde söz konusu olandan daha yüksek seviyelerde korunması gerektiği”ni savunurken dünyanın en büyük taşımacılık şirketi Maersk, AAD kararının Maersk için kısa vadede hiçbir etkisinin bulunmadığını söylemiştir.

Tüm bunlara rağmen unutulmamalıdır ki Divan’ın bu kararı salt nehir derinleştirmelerinin ya da Alman limanlarının oldukça ötesinde anlam taşımaktadır. Bu kararın, devam eden veya gelecekteki projelerin ciddi bir biçimde yeniden değerlendirilmesinin önünü açması beklenmektedir. Divan’ın kararını alıntılamak faydalı olacaktır:

“1. 2000/60/AT sayılı ve 23 Ekim 2000 tarihli, su politikasında Topluluk eylemi için bir çerçeve oluşturan Avrupa Parlamentosu ve Konsey Direktifi’nin 4(1)(a)(i) ila (iii)fıkraları -bir istisna öngörülmedikçe- Üye Devletler’in,Direktif’te belirtilen tarih itibariyle bir yüzey suyu kütlesinin durumunu kötüleştirmesine; ya da iyi yüzey suyu durumuna, ya da iyi ekolojik potansiyele ve iyi kimyasal yüzey suyu durumuna ulaşılmasını tehlikeye düşürmeye neden olabilecek tekil projelerin yetkilendirilmesini reddetmekle yükümlü oldukları anlamına gelecekşekilde yorumlanmak zorundadır. 
 
2. 2000/60 sayılı Direktif’teki, bir yüzeysel su kütlesinin “durumunun bozulması” kavramı öyle bir şekilde yorumlanmalıdır ki,  en az bir kalite unsuru, Direktif’te yer alan Ek V’ in anlamı çerçevesinde, bir sınıf aşağı düştüğünde, su kütlesinin tümünün sınıflandırılmasında bir düşüş olmasa dahi,  bozulma söz konusudur. Ne var ki, ilgili kalite unsuru eğer -Ek’in anlamı çerçevesinde- halihazırda en alt düzeyde ise, o unsurdaki bozulma, Madde 4(1)(a)(i) gereğince, yüzey su kütlesinin durumunun bozulması demektir.’
 
Divan, kararını şu koşullara dayandırmaktadır: “bir su kütlesinin bozulması, geçici bile olsa, ancak oldukça sıkı koşullara bağlı olacaktır”… …”su kütlesinin statüsünün bozulmasını önleme yükümlülüğün ihlal eşiğinin düşük olması gerekmektedir” ve “bir istisna belirtilmediği sürece, su kütlesinin durumundaki herhangi bir kötüleşme mutlaka engellenmelidir. Yüzey su kütlelerinin durumunun bozulmasının engellenmesi yükümlülüğü 2000/60 Direktifi’nin tüm aşamaları boyunca bağlayıcıdır ve bir yönetim planına sahip veya sahip olması gereken bütün yüzey su kütlesi türlerine ve durumlarına uygulanabilmektedir” 

Dolayısıyla Divan,hem SÇD’nin tam olarak yapamadığı bir su kütlesinin “durumunun bozulması” tanımını etkili bir biçimde yapmış hem de SÇD prensiplerinin oldukça sıkı bir yorumunu benimsemiştir. Bu hüküm, tüm AB Üye Devletler’i ve üye olmak isteyen aday ülkeler için önemli sonuçlar taşımaktadır. Avusturyalı avukatlar tarafından gerçekleştirilen ve kararın Avusturya su yönetimi hakkındaki anlamını tartışan bir ön değerlendirmeye göre, AAD’nin son kararı, “potansiyel olarak yüzey veya yeraltı su kütlelerinin ekolojik ve kimyasal durumunu etkileyebilecek bazı projelerin izin alması konusunda daha katı sınırlamalar getirecektir. Her halükarda, projelerin hazırlanması ya da izin prosedürlerinin değerlendirilmesi çabaları (özellikle “daha iyi çevresel seçeneklerin” varlığı göz önüne alındığında) önemli ölçüde artacaktır.” Benzer bir senaryo Türkiye için de düşünülebilir. Bu durum, Türkiye’deki hem yüzey suları hem de yeraltı su kütleleri açısından risk taşıyan altyapı projelerinin Avrupa normları tarafından daha titiz bir incelemeye tabi olacağı anlamına gelmektedir. “Baskın kamu yararı” kavramının bu zamana kadar istisna yaratmak için umut ışığı olarak kullanım olanağı bulduğu gerçeğine rağmen, Türk yetkililer, şu andan itibaren yollar, havaalanları, barajlar ve sulama sistemleri ve benzerleri gibi suyla ilgili etkileri olabilecek yeni alt yapı projelerinde daha titiz çalışma ihtiyacı duyacaklardır. Özellikle, Çevresel Etki Değerlendirme Raporları, su konusunu daha ciddi bir biçimde ele almak zorunda kalacaktır.