Eylül Anlaşması ve Nil Havzası Sınıraşan Sularında İşbirliği: İlerlemenin Sınırları Henüz Zorlanmıyor

20 Eylül 2016’da Nil Nehri Havzası sınıraşan sularındaki üç önemli kıyıdaş ülke olan Mısır, Etiyopya ve Sudan Nil Nehri üzerine inşa edilen Büyük Rönesans Barajı’nın (GERD) çevresel etkilerini araştırmak üzere bir sözleşme imzaladı. Uzun soluklu ve karmaşalı geçen bir müzakere ve anlaşmazlık süreci ardından bu aşamaya gelindi. 2015’te imzalanan ve genel ilkelerin sıralandığı Hartum Deklarasyonu’nun ardından, Eylül anlaşması, Nil hakkındaki sorunlara yönelik işbirliğinde önemli bir gelişme gibi görünüyor. Fakat kimi temel sorunların hala çözüm beklediğini de belirtmekte fayda var.

Antlaşma için imza töreni Sudan’ın başkenti Hartum’da yapıldı. Sudan’ın Elektrik ve Su Kaynakları Bakanı Mutaz Musa “Bölgesel entegrasyonla ilgili daha büyük hayallerimiz var. Ortak amacımız elektrik üretmek ve  ülkelerimizdeki elektrik kesintilerini azaltmaktır.” şeklinde açıklamada bulundu ve “üç ülkenin hazırlanacak olan iki ayrı araştırma raporunu, danışman firma ile birlikte ortak bir çaba çerçevesinde desteklemek, teknik olarak onaylamak ve kabul etmek için gereken deneyime sahip olduğuna inanıyorum” dedi. Nil Nehri için işbirliği denemelerinde beklentilerin sürekli artışta olduğu görülmüş olsa da, zamanla, bunların boş birer ümitten ibaret olduğu anlaşılmıştır.

Mısır Su Kaynakları Bakanı Muhammed Abdel-Ati de “tanık olduğumuz bu anlaşma yaşadığımız bunca şeyden sonra geldiğimiz noktanın göstergesidir.” diyerek anlaşmanın önemli bir adım olduğunu belirtti. Muhammed Mursi’nin aksine, Mısır’ın Sisi yönetimi Nil konusunda daha farklı ve olumlu bir tavır benimsedi. Bu değişiklik sayesinde Hartum Deklarasyonu ve 2016 yılı antlaşmasının önü açılmış oldu. Gösterilen olumlu tavra rağmen Mısır’ın endişelerinin bir gerçeklik olmayı sürdürdüğü de açıktır. Mısır, GERD yüzünden Nil Nehri’nden payına düşen 55,5 milyar metreküplük suyun olumsuz etkileneceğinden endişe duymaktadır.

Etiyopya Elektrik ve Su Bakanı Mutuma Mikasa “önceden yapılan pek çok araştırma, barajın üç Nil ülkesinden hiçbirinde ciddi zarara sebebiyet vermeden doldurulup çalıştırılabileceğini göstermektedir” şeklinde, bilinen Etiyopya görüşlerini yineledi. Etiyopya, temel olarak, elektrik fazlasının sağlandığı, ve Sudan ile Mısır’a bu elektriği almasında öncelik sahibi olacağı, bır kazan-kazan senaryosunu vurgulamaktadır. Ayrıca Etiyopya, barajın vereceği zararın telafi edileceğinin Hartum Deklarasyonu’nda belirtildiğini de dile getirmektedir.

Nil konusunda devam eden sıkıntıları daha iyi anlamak için Nil havzasının paylaşımında tarihsel süreç boyunca ”kime neyin düştüğü” üzerinden kısaca geçmek faydalı olacaktır. Nil havzasındaki su siyaseti, kökleri sömürge dönemine kadar giden, çekişen çıkarların bir yansıması olmuştur. Nil’in paylaşılmasıyla ilgili ilk önemli antlaşma 1929 yılında Mısır ve İngiltere arasında imzalanmıştır. Antlaşmanın önde gelen kısımlarından biri Mısır ve Sudan arasındaki yıllık su paylaşımı ile ilgilidir. Antlaşmaya göre Mısır Nil’den 48 milyar m3 lük su alabilecektir, Sudan ise 4 milyar m3 su kullanabilecektir. Antlaşmanın diğer bir önemli noktası ise Mısır’ın veto hakkının bulunmasıydı: Antlaşmaya göre Mısır, Nil havzasında veya Nil’in kollarında, suyun akışını olumsuz etkileyebilecek baraj projelerini veto etme hakkına sahipti. 1922’de resmi olarak bağımsızlığını kazanan Mısır 1952 yılında Hür Subaylar Hareketi kontrolü ele alana kadar İngiliz etkisi altında kalmıştır. Bu yüzden yapılan bu antlaşma, sömürge zamanında İngiltere’nin Nil sularını kendi sömürgeleri arasında paylaştırdığı bir anlaşma olarak görülmelidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandıkları süreç Nil meselelerini ciddi şekilde etkilemiştir. Yalnızca Mısır değil  Sudan da bu süreçte bağımsızlığını kazanmıştır. Bu iki ülke kendi su paylaşımlarını artırıcı bir ikili antlaşma imzalamışlardır. Bu antlaşmaya göre Mısır’ın payı 55,5 milyar m3’e yükselirken Sudan’ın payı da 18,5 milyar m3 olarak belirlenmiştir. Fakat 1922 ve 1959 antlaşmalarının ikisinde de, nehri paylaşan diğer ülkelerin (yukarı kıyıdaşlar) su ihtiyaçlarına gereken önem gösterilmemiştir.

Mısır’ın ve -kısmen- Sudan’ın Nil siyasetindeki ayrıcalıklı statüsü Soğuk Savaş sonrası dönemde giderek savunulamaz bir hal almıştı. Özellikle Etiyopya gibi göz ardı edilen yukarı havzadaş ülkelerinin gösterdikleri tepki ve Sahra altında devlet konsolidasyonu sürecindeki olgunlaşma bu durumun yaşanmasına neden olmuştur.

1999 yılında, Eritre dışında Nil Nehri havzasındaki ülkeler, Uganda’nın Entebbe şehrinde sekretaryası kurulacak olan, Nil havzasındaki  “ortak” su kaynaklarında işbirliğini artırmayı amaçlayan Nil Havzası İnisiyatifi (NBI)’ni imzalamıştır. NBI, Nil Havzasında, -havzanın tümünü hedefleyen- sınıraşan su işbirliğinde yeni bir sayfa açmıştır. NBI çerçevesinde taslağı hazırlanan İşbirliği Çerçeve Antlaşması (CFA) 2010 yılında Burundi, Etiyopya, Kenya, Ruanda, Tanzanya ve Uganda arasında imzalanmıştır. Antlaşmayı onaylayan ilk ülke Etiyopya olmuştur. Mısır ve Sudan ise -önceki antlaşmalara gönderme yaparak- “kazanılmış (müktesep) haklarının” olduğunu belirtmiş ve Çerçeve Antlaşmanın bu hakları korumak için yeterli olmayacağını belirtmiştir. “Nil Havzasındaki ülkeler, işbirliği ruhundan yola çıkarak:…(b) başka bir Nil Havzası ülkesinin su güvenliğini etkilemeyecekleri hususunda mutabakata varmışlardır” şeklindeki, antlaşmanın 14(b) sayılı maddesi Mısır ve Sudan’ı en çok endişelendiren madde olmuştur. Bu iki ülke, “halihazırdaki kullanımını ve Nil Havzasındaki ülkelerin haklarını” ibaresi eklenerek maddede değişiklik yapmaya çalıştıysa da beklendiği gibi diğer yukarı kıyıdaş ülkeleri, Mısır ve Sudan’ın bahsettiği sömürge antlaşmalarının adil olmadığı gerekçesiyle bu kısmın eklenmesini reddetmiştir.

Bir görüşe göre, Nil’in sınıraşan sularının paylaşımıyla ilgili olarak, uzun süredir devam eden aşamalı bir yaklaşımın pek az sonuç vermiştir, ve Mısır ve Sudan katı duruşlarını büyük ölçüde devam ettirmektedir. Yukarıda anlatılan tarihi olaylar, Sudan ve Mısır’ın Etiyopya’yla yaşadıkları anlaşmazlığın hala ciddi olduğunu ve kısa vadede çözümlenmesinin oldukça zor olduğunu göstermektedir. Bir başka görüş ise, teknik süreç ilerlemeye devam ettikçe, aşağı kıyıdaş ve yukarı kıyıdaş ülkeler arasındaki ayrılıkların tedricen azaldığını iddia eden, iyimser bir görüştür. Hangi görüş akla daha yatkın durmaktadır? Zaman bunu bize gösterecek.