Cumhurbaşkanı Gül’ün İran Ziyareti ve Türkiye-İran İlişkilerinde ABD Faktörü

Bayram Sinkaya
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (EİT) 10. Zirvesi’ne katılmak üzere 10-11 Mart tarihlerinde İran’a yaptığı ziyaret, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın İstanbul’a yaptığı ziyaretten altı ay sonra ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaretten çok kısa bir süre sonra gerçekleşmesi ve bu ziyaret sırasında İslam Devrimi Rehberi Ayetullah Ali Hamaney ile görüşmesi nedeniyle büyük ilgi uyandırmıştır. Bu diplomatik hareketlilik Türkiye-İran ilişkileriyle ilgili iki hususun yeniden değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır: Türk dış politikasının ağırlık merkezinin giderek Ortadoğu’ya kaydığı iddia edilen bir dönemde Türkiye ile İran arasında ortaya çıkan bu yakınlaşma nasıl değerlendirilmelidir? Barack Obama liderliğindeki yeni Amerikan yönetiminin Ortadoğu politikası Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri nasıl etkileyecektir?     Bu soruları doğru bir şekilde cevaplayabilmek için öncelikle ziyaretin fiili sebebinden, yani EİT Zirvesi’nden başlamak faydalı olacaktır. EİT 1985’te Türkiye, İran ve Pakistan arasında kurulmuş ve 1992’de yeni bağımsız olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile birlikte Afganistan’ın ve Tacikistan’ın dâhil olmasıyla üye sayısı 10’a çıkmıştır. 1990’lı yıllarda EİT, Türkiye ve İran arasında Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik olarak hem rekabet hem de işbirliği ortamı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Türkiye ve İran arasındaki rekabet ve diğer nedenlerle merkezi Tahran’da bulunan Teşkilat zayıf bir bölgesel örgüt olarak kalmıştır. Öyle ki iki yılda bir yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvelerine katılım oldukça düşük seyretmiştir. Hatırlanabileceği üzere Türkiye-İran ilişkilerinin oldukça gergin olduğu bir dönemin ardından yine Tahran’da yapılan Zirve’ye 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in katılması hususu Türkiye kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmış, nihayet Sezer o Zirve’ye katılmamıştı. Şimdi Türkiye ile İran arasında artan diplomatik trafik ve altı ay içinde iki ülke arasında en üst düzeyde karşılıklı iki ziyaret gerçekleştirilmiş olması Türkiye-İran ilişkilerinin çok büyük ölçüde ilerlediğini göstermektedir.   Türkiye-İran ilişkileri, ikili ilişkilerde 1990’lı yıllarda hâkim olan rekabetin, gerginliklerin ve karşılıklı rahatsızlıkların ardından 2000’li yıllarda yeni bir safhaya girmiştir ve bu aşamada A. Necdet Sezer’in Haziran 2002’de yaptığı Tahran ziyareti bir dönüm noktası olarak alınabilir. Bu tarihten sonra iki ülke arasındaki siyasi ve iktisadi ilişkiler büyük mesafe kat etmiş, ticaret hacmi geçen sekiz yılda neredeyse beş kat artmıştır. 2004 yılında iki büyük Türk şirketinin İran’da kazandıkları işletme haklarının iptal edilmesi Türkiye-İran ilişkilerini biraz sekteye uğratmış ve bu yüzden İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin planladığı Türkiye ziyaretinin iptal edilmiş, tüm bunlara karşılık ikili ilişkiler ilerlemeye devam etmiştir. Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi bir ziyaret maksadıyla değil EİT Zirve toplantısı için bulunduğu Tahran’da İranlı üst düzey liderlerle yaptığı görüşmeler işte bu bağlamda değerlendirilmelidir. Nitekim bu görüşmeler resmi bir gezinin sonucu olmadığı için görüşmeler neticesinde herhangi bir anlaşma ya da protokol imzalanmamıştır.     İki ülke arasındaki bu yakınlaşma Türkiye ve İran’ın bölgesel politikalarının ve karşılıklı algılamalarının değişmeye başlamasının eseridir. Türkiye komşu ülkelerle sorunlarını “sıfıra indirme” ve “çok boyutlu” dış politika yaklaşımı çerçevesinde komşu ülkelerle ilişkilerini artırmaya ve Ortadoğu’ya büyük önem vermeye başlamıştır. Bu bağlamda İran, Türk dış politikası gündeminin hem bir komşu ülke olarak hem de bölgede etkin bir güç olarak ortaya çıkmıştır. 1990’lı yıllarda iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici bir faktör olan Kafkasya, Orta Asya ve Irak üzerindeki nüfuz rekabetinin yerini Kuzey Irak merkezli güvenlik tehdidine bırakması ve enerji alanındaki işbirliğinin ön plana çıkması Türkiye-İran ilişkilerinin itici gücü olmuştur. İki ülke arasında karşılıklı algıların değişmeye başlaması, Türkiye-İran yakınlaşmasını sağlayan ikinci faktördür. Türkiye’nin gözünde İran artık rejimini ihraç etmeye çalışan bir ülke ve ideolojik bir tehdit olmaktan çıkmış, uluslararası sistemle bütünleşmeye ve Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye çalışan bir devlet ve önemli bir ticaret ortağı olmuştur. Türkiye’de AK Parti’nin iktidara gelmesi bütün Ortadoğu’da olduğu gibi İran’da da Türkiye imajını büyük ölçüde etkilemiş, İran yönetimi nezdindeki Türkiye algılaması “katı laik ve Batıcı bir ülke”den “Batı ile iyi ilişkileri olan, demokratik, laik ama “İslamcıların iktidarda olduğu bir ülke”ye dönüşmüştür. Buna ilaveten ABD ile yakın ilişkilerine rağmen Türkiye’nin Ortadoğu politikasının Filistin, Irak ve İran konularında ABD’den farklılıklar göstermesi Türkiye’nin bölge ülkeleri nezdindeki itibarını artırmıştır. İran’ın en üst düzey siyasi yetkilisi ve dini lideri Ayetullah Hamaney ile dönemin Cumhurbaşkanı Sezer arasında 2002’de bir görüşme olmamasına rağmen hem Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın hem de Abdullah Gül’ün İran ziyaretlerinde Hamaney ile bir araya gelmeleri bu bağlamda açıklanabilir.   Türkiye-İran ilişkilerini etkileyen üçüncü faktör ABD’nin bu iki ülkeye dönük politikalarıdır. Her iki ülkenin de ABD ile ittifak ilişkisi içinde olduğu dönemlerde oldukça iyi seyreden Türkiye-İran ilişkileri, İran-ABD ilişkilerinin bozulmasından olumsuz etkilenmeye başlamıştır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, devrim sonrası İran liderleri Türkiye ile ABD arasındaki ittifak ilişkisini kendi rejimleri için bir tehdit olarak görmeye başlamıştı. İkincisi; ABD yönetimleri sürekli Türkiye’den kendi İran politikalarına destek vermesini istemişlerdir. Hatta kimi Amerikalı yetkililer bu hususta Türkiye’yi adeta tehdit etmiştir. Ancak Türkiye, ABD ile ilişkileri ve İran ile ilişkileri arasında bir dengeyi korumaya çalışmıştır. Özellikle George W. Bush yönetimi döneminde ABD ile iyi ilişkilerini korumaya çalışmasına rağmen Türkiye, İran’da rejim değişikliği ve İran’ın izolasyonu politikalarına destek vermemiş ancak, İran’ı da daha yapıcı olmaya ve diyaloga açık olmaya çağırmıştır.   İşte bu nedenledir ki İran ile ABD arasındaki sorunların çözümü için doğrudan müzakerelerin yapılmasını savunan bir yönetimin işbaşına gelmesi Türkiye liderlerini oldukça heyecanlandırmıştır. Daha Barack Obama seçilir seçilmez Başbakan R. Tayyip Erdoğan Türkiye’nin İran ile ABD arasında, her iki devleti de iyi tanıyan ve her ikisiyle de iyi ilişkilere sahip bir devlet vasfıyla arabuluculuk yapabileceğini ilan etmiştir. Keza Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu gelişmenin İran ile ABD arasındaki sorunların çözümü için yeni bir fırsat yarattığını, bunun mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Zira böyle bir arabuluculuk misyonu Türkiye’nin siyasi itibarını artıracağı gibi İran-ABD ilişkilerinin düzelmesi, Türkiye’yi iki devlet ile ilişkilerinde gözetmeye çalıştığı çok zor bir denge politikasını yürütmekten, her iki taraf arasında bir seçim yapmaktan kurtaracak ve büyük ölçüde rahatlatacaktır. Hatta İran-ABD ilişkileri, şimdiye kadar oluğunun aksine Türkiye-İran ilişkilerinin ilerlemesini teşvik edecektir.   Clinton’ın Türkiye’deki temasları sırasında özel bir televizyon kanalında ABD’nin Türkiye’den İran ile ilişkiye geçmek için planlarını desteklemesini isteyeceğini söylemesi, ardından Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın tekrar Türkiye’nin iki devlet arasında arabulucu olabileceğini belirtmesi Cumhurbaşkanı Gül’ün Tahran ziyareti ile ilgili olarak Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı spekülasyonlarına yol açmıştır. 16 Mart’ta uluslararası bir toplantı için Ahmedinecad’ın tekrar İstanbul’a gelecek olması ve Obama’nın Nisan ayında Türkiye’ye geleceğinin ilan edilmesi bu spekülasyonları güçlendirmiş, “Hillary sonrası-Obama öncesi Abdullah Gül’ün Tahran ziyareti”ne özel bir anlam ve önem atfedilmiştir.   Şu husus belirtilmelidir ki Türkiye, İran ile ABD arasında arabulucu olmaya niyetlidir ancak, henüz böyle bir rol üstlenmemiştir. Nitekim Babacan, Türkiye’nin arabulucu olması için “her iki taraftan da somut talep gelirse” bunun değerlendirileceğini belirtmiştir. Tabiidir ki ABD, İran politikasını revize ederken her zaman olduğu gibi Türkiye’den bu politikaya destek vermesini isteyecektir. Fakat bu Türkiye’nin “arabulucu” rolünü üstleneceği anlamına gelmemektedir. Nitekim Gül, Ahmedinecad ve Hamaney ile görüşmelerinde herhangi bir mesaj iletmemiş, Obama yönetimi ile birlikte ortaya çıktığını düşündüğü fırsatın değerlendirilmesini istemiştir. Hamaney ise Gül ile görüşmesi sırasında “yeni Amerikan yönetiminin eski yanlış politikaları sürdürdüğünü ve bu hataların telafisi için bir girişimde bulunmadığını” belirtmiş ve “Siyonistlerin ve Amerikalıların İran İslam Cumhuriyeti ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesine karşı düşmanlıklarını ortaya koyduklarını” söylemiştir. Keza Ahmedinecad, Amerikan politikalarında somut bir değişiklik olmadıkça İran’ın tutumunun da değişmeyeceğini ve bir arabulucuya ihtiyacın olmadığını söylemiştir. Görünen odur ki İranlı liderler İran-ABD ilişkilerinin ilerlemesi için Türk liderler kadar heyecanlı değildir; en azından daha temkinli hareket etmektedirler.