Afganistan’da Tozun Dumanın Arasında

Sercan Doğan, ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı
Son bir aydır Afganistan’ın çeşitli vesilelerle tekrar tekrar gündeme geldiğini gözlemlemek mümkün. Şubat ayının sonunda, Afganistan’daki Bagram Hava üssünde ABD askerleri tarafından Kuran ve diğer dini yayınların yakılması ülkeyi aşan bir çapta tepkilere neden olmuştu. Sonrasında ise, Afganistan’ın güneyindeki Kandahar’da ABD askerleri gece vakti bir köyü basarak yaşlılar, çocuklar ve kadınların da içinde bulunduğu on altı kişiyi öldürmüştür. Kuran yakılmasının yol açtığı protestolar çoğunlukla şiddet olaylarına dönüşürken, geçen süreye rağmen tozun dumanın ortalıktan kalkmadığı görülmektedir. Bunun üzerine Kandahar’da gerçekleşen katliam ülkedeki işgalin yol açtığı rahatsızlıkların belki de daha açık bir şekilde görünmesini sağlamıştır. Bütün bu gelişmeler esnasında aynı zamanda NATO ve Hükümet kuvvetlerine yönelik saldırıların yoğunlaşması söz konusudur. Son olarak Helmand, Kandahar, Bagram ve Celalabad’dan bombalı saldırı haberleri gelmiştir. Yabancı kuvvetlerin çekilmelerinin tamamlanacağı 2014 yılına yaklaşırken ve güvenlik sorumluluğunun Afgan kuvvetlerine devredilmesi gündemdeyken, Kuran yakılmasının tetiklediği şiddet eylemleri, Taliban’ın silahlı gücünün zayıflatılamadığını göstermektedir.    Taliban konusunda bir hususa açıklık getirmek gerekmektedir. Haber ve analizlerden Taliban’ın yekpare ve net bir emir-komuta zincirinde işleyen bir örgüt olduğu izlenimi çıkarılabilir. Ancak bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Kaldı ki 2001’de ABD tarafından devrilmeden önce dahi Taliban’ın merkeziyetçi bir yapılanma içerisinde olmadığı ifade edilmektedir. Kimlik vurgusunun “Afganlık”tan ziyade, etnik, bölgesel, mezhepsel ve/veya kabilesel unsurlar üzerine yapıldığı Afganistan toplumunda otuz yıllık savaş ve çatışma ortamının en olumsuz getirilerinden biri siyasal parçalanmışlık olmuştur. Bu tür bir parçalanmışlık ortamı içerisinde Taliban’ın merkeziyetçi bir yapıya sahip olmasını beklemek mümkün değildir. Taliban Peştun kabilelerin silahlı milislerinin gevşek bir şekilde örgütlenmesinin oluşturduğu bir gövde ve Pakistan-Afganistan sınırındaki medreselerden yetişmiş öğrencilerin şekillendirdikleri bir dünya görüşünden oluşmaktadır demek yanlış olmayacaktır. Bu hususta en önemli nokta Taliban’ın çok çeşitli iç fraksiyonlara sahip olmasıdır. Bundan ötürü Taliban ile görüşmelerin yapılması veya Taliban tarafından bir açıklama yapılması gibi haberleri değerlendirirken bu tür olayların örgütün tümünü temsil edip etmeyeceği konusunda bir çekince koymak gerekmektedir. Bu husus belki de mevcut sorunların barışçıl çözümünü zorlaştıran unsurların en önemlilerindendir.    Kuran’ın yakılmasına ve sonrasında Kandahar’daki katliama gösterilen büyük tepki belki de on bir yıllık işgal esnasında yaşanan bütün sorunların doldurduğu bardağı taşıran son damla olarak değerlendirilebilir. 2001’den bu yana NATO ve ABD tarafından iddia edildiği gibi, Afganistan’da bazı önemi tartışma konusu olan gelişmeler yaşanmış olsa da, ülkedeki yabancı askeri varlığın büyük sıkıntılara sebep olduğu bilinmektedir. En basitinden, Taliban ve diğer direniş örgütleri pek çok kere hedeflerinin yabancı güçlerin ülkeden ayrılması olduğunu dile getirmişlerdir. Öte yandan, ABD’nin Afganistan’da ve Pakistan’ın aşiret bölgelerinde insansız hava araçlarıyla veya geleneksel yöntemlerle yürüttüğü operasyonlar “pire için yorgan yakmak” benzeri sonuçlar üretmektedir. Operasyonların yol açtığı sivil kayıplar, yabancı güçlere ve onların desteklediği merkezi hükümete yönelik tavrı büyük ölçüde olumsuz etkilemektedir. Bütün bu şiddet olaylarından dolayı benimsenen askeri güvenlik odaklı yaklaşım şiddeti yeniden üretmekle kalmayıp aynı zamanda da Afganistan’da toplumun otuz yıldır içinde yaşam mücadelesi verdiği olumsuz koşulları derinleştirmektedir. Bütün bunların üzerine, Kuran ve diğer dini metinlerin yakılması ve Kandahar’da sivillerin Amerikan askerleri tarafından katledilmesi gibi, kasıtla veya dikkatsizlikle girişilen eylemler son on yılda istikrar adına kaydedilen ilerlemeleri tersine çevirebilecektir.    Bu noktadan sonra Afganistan’da denizaşırı güçlerin istikrarı ve güvenliği sağlayabilecekleri konusunda iyimser olmak mümkün görünmemektedir. 2000’lerin başında bu yana Ortadoğu ve Arap coğrafyasında Batılı güçlerin doğrudan veya dolaylı müdahalelerinin bölgenin siyasal, sosyal ve ekonomik hayatı üzerinde sakatlayıcı etkisini çok kısa sürede bizzat gözlemledik. Ondan da önce 20. yy.daki sömürgecilik mirası ve Soğuk Savaş koşulları Ortadoğu’nun sorunlarını bölge dışına ihraç eden bazı etkenleri beraberinde getirmiştir. Bu süreçte Ortadoğu’daki bölgesel aktörler kendi sorunlarını kendileri çözme iradesini yitirmiş ve bölge dışı güçlerin bölgeye müdahalesi sürekli bir nitelik kazanmıştır. 2011’den itibaren Ortadoğu’da gözlemlenen hareketliliğin tekrar bölge aktörlerinin irade ve inisiyatifi ellerine almalarıyla sonuçlanması umulmuş ve beklenmiştir. Bu her ne kadar uzak bir ihtimal olarak görünse de, gündemdeki bazı yakıcı meseleler bunu bir ihtiyaç haline getirmekte ve aynı zamanda bölge aktörlerine bir fırsat sunmaktadır. Gerek Afganistan gerekse de Suriye’deki uyuşmazlıkların çözümünü bölge dışı etkilerden olabildiğince bağımsız bölgesel inisiyatifler çerçevesinde düşünmek Ortadoğu’nun geleceği için yeni bir sayfa açabilir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak öne çıkmasının ulusal çıkar, bölgesel ihtiyaç ve tarihi/coğrafi sorumluluk meselesi olduğu ifade edilebilir.