5+1 Grubu ve İran: İstanbul Müzakerelerinin Ardından

Sercan Doğan, ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı
İstanbul 21-22 Ocak 2010 tarihlerinde tarihi görüşmelere ev sahipliği yaptı. İran ve ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya’dan oluşan 5+1 grubu arasında yer alan bu görüşmeler 2011 yılının başlangıcında Ortadoğu politikalarını ve uluslararası güvenliği ilgilendiren önem taşıyan diplomatik bir gelişme olmuştur. Tartışmalar, güvenlik kaygıları, kuşku ve karşılıklı güven eksikliği yaratan İran nükleer krizindeki görüşmeler zincirine bir halka daha eklenmiştir. Görüşmeler ilk gün pek bir ilerlemeye sahne olmayınca ümitler ikinci güne de sarkmıştır. Ancak görüşmelerin ikinci gününde de iyimserliğe imkân verecek gelişmeler yaşanmamış ve somut bir sonuç elde edilmeden görüşmeler kapanmıştır. Görüşmelerin sonuçsuz kalması bir yana taraflar arasında bir sonraki görüşmenin yeri ve zamanına yönelik bir mutabakat dahi söz konusu değildir. Bu durum krizin mevcut düzey ve gidişatında köklü bir değişikliği beraberinde getirmemiştir. Ancak bu noktadan sonra tarafların nasıl bir pozisyonda bulunacaklarının değerlendirilmesi gerekmektedir.

İran’ın İstanbul görüşmelerinde esas olarak gayet genel nitelikte bir tavır benimseyip nükleer programı ile ilgili özel detaylara girmekten kaçınması bir zaman kazanma yaklaşımı olarak değerlendirilmektedir. Bunun yanı sıra, İran’ın yaklaşımına dair göze çarpan husus gayet cömertçe sarf edilmiş bir işbirliği retoriği olmuştur. Ancak İran, işbirliği için birtakım önkoşullar öne sürmüştür. Bu önkoşullar ise İran’ın uranyum zenginleştirme hakkının tanınması ve yaptırımların kaldırılmasıdır. İran haber ajanslarına göre İran Yüksek Güvenlik Konseyi’nin sekreter yardımcısı Ali Baqeri görüşmelerin sonucunu İran açısından bir başarı olarak ilan etmiştir. Ali Baqeri, İran’ın başarısını karşı tarafın yani Batı devletlerinin söyleminde nükleer programın iptalinden ziyade sınırlandırılmasının öne çıkmasına dayandırmaktadır. Baqeri’ye göre 5+1 grubu ile İran arasındaki önceki görüşmede İran bu hususu kabul ettirmiş ve İstanbul’da bu konumdan hareketle önkoşullarını kabul ettirmek niyetinde olmuştur. Bu yaklaşım göstermektedir ki İran’da çeşitli çevrelerce, yakıt takası anlaşması Batı’nın tavrında bir taviz olarak değerlendirilmektedir. Esas önemli olan husus ise bu yaklaşımın resmi politikalara ne ölçüde nüfuz ettiğidir. İran’ın İstanbul’daki tavrı bir zaman kazanma amacı olarak değerlendirildiği takdirde bu hususun resmi politikada önemli bir yer ettiği ileri sürülebilir. Zira 2002’den bu yana söz konusu olan nükleer krizde gelinen noktayı İran kendi açısından bir kazanım olarak değerlendirmesine dair birkaç kilit husus söz konusudur. Öncelikle bu sekiz yıl içerisinde İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir askeri operasyon gerçekleşmemiştir. Askeri opsiyon hep açık tutulmuş, ancak öncelik diplomasiye verilmiştir. Ayrıca bu zaman zarfında İran bölgesel istikrar ve güvenlik açısından kilit bir konuma yerleşmiştir. Irak ve Afganistan’a komşu olan İran bu iki ülkede ABD’nin ve uluslararası toplumun güvenlik ve istikrar çabalarında çok önemli bir faktör ve aktör niteliğindedir. Irak’ta dokuz ay süren hükümet krizinin aşılmasında İran’ın etkili bir rol oynadığı değerlendirilmektedir. Bunun yanı sıra Basra Körfezi ve Lübnan’daki hassas ve kırılgan durumda da İran ağırlığını hissettirmektedir. Öte yandan uzatmalı dış politika krizlerinin İran’ın iç politikasında tahkim edici bir etkisi vardır ve bu sayede İran uluslararası gündemde rejiminin niteliğinin sorgulanmasından kurtulmaktadır. İran’ın mevcut konumunu bu hususlar göz önünde bulundurarak değerlendirdiğimizde İran Batılı devletlerin kendisine yönelik ilgisini nükleer krizle sınırlı tutmaya çalışarak rejiminin niteliğini gözden kaçırma çabalarına devam edeceği ve buna paralel olarak bölgede genel manada Şii-Sünni jeopolitik mücadelesi olarak tezahür eden statükoculuk-revizyonizm çatlağından istifade etmeye çalışacağı ileri sürülebilir.

Önümüzdeki dönemde İran’ın krizin seyrinde kendi takınacağı tutumun yanı sıra bu tutumun içinde bulunacağı koşullar bakımından da birkaç husus göz önünde bulundurulmalıdır. İstanbul görüşmelerinde 5+1 grubu önemli ölçüde bir iç tutarlılık sergilemiştir. Bugüne kadar değişik ve farklı pozisyonlarda bulunmuş olan bu devletlerin İran’ın öne sürmüş olduğu önkoşullar karşısında bir fikir ayrılığı sergilememesi İran’ın uluslararası alandaki hareket kabiliyetini kısıtlayabilme ihtimalini beraberinde getirmektedir. Ayrıca, İran’ın son zamanlarda bölgesel ekonomik işbirliğine yönelik faaliyetlerini artırması ve bu konuda ziyadesiyle olumlu bir tavır benimsemesi, her ne kadar etkisiz olduğunu iddia etse de, yaptırımların İran’ı ekonomik anlamda çıkışlar aramaya mecbur bıraktığının göstergesi olarak kabul edilebilir. Ayrıca, 5+1 grubunun temsilcisi olan AB Dış İlişkiler Sorumlusu Catherine Ashton bir sonraki görüşmelerin tarih ve yerinin belirlenmemesine rağmen “tercih İran’ındır” diyerek kapıları aralık bırakmıştır. Meyvesiz olduğu kabul edilen İstanbul görüşmelerinden sonra nükleer krizde görüşmelere dair inisiyatif İran’a bırakılmıştır. Ancak, bu durumun İran’ın daralan hareket alanında ne ölçüde anlamlı olacağı belirsizdir. Dolayısıyla diplomatik sürecin tıkanmaması hem arzu edilen bir durum hem de krizin seyrinde kuvvetli bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir.